Hilal AYDIN
Eskişehir Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi 2. Sınıf öğrencisi
“Dalgaları karşılayan gemiler gibi,
gövdemizle karanlıkları yara yara
çıktık, rüzgarları en serin
uçurumları en derin
havaları en ışıklı sıra dağlara.
Arkamızda bir düşman gözü gibi karanlığın yolu.
Önümüzde bakır taslar güneş dolu.
Dostların arasındayız!
Güneşin sofrasındayız!”
-Nazım Hikmet
Türkiye aktif fay hatlarına sahip bir ülke. Yani bir deprem ülkesi. Bu cümleyi ilkokul sıralarına oturduğumuz günlerden beri duyuyoruz. Altı Şubat günü ülkece yaşadığımız iki büyük depremden sonra bu cümle mıh gibi zihnimize kazındı. Televizyonu açmak gelmiyordu içimden, neredeyse tüm kanallar depremin ne büyük felaket olduğunu anlatıyordu. İçimden söyleniyordum ister istemez “Herkes öğrendi felaketin büyüklüğünü. Ne yapmamız gerektiğini niye konuşmuyorsunuz? Nasıl kurtarmalıyız vatandaşlarımızı, bir daha bu günleri yaşamamak için ne yapmalıyız?”.
Enkaz altındaki vatandaşlarımızı kurtarmak için elim kolum bağlı beklemeyi kabul edemiyordum. Oysa ben ülkemizin sorunlarını çözmek için TGB’ye üye olmuştum, üniversitemizdeki yemekhane sorununu çözmek için bile canla başla çalışmıştık. Şimdi ne yapacağımızı tartışıyorduk. Bir işin ucundan biraz da olsa tutabilsem, deprem bölgesindeki vatandaşlarımıza el uzatabilsek birazcık da olsa yüreğime su serpilecekti. Sonunda beklenen haber geldi! Tüm TGB’liler deprem bölgelerine gidiyordu. Bizim ekibe de Hatay’a gitme görevi düşmüştü.
Hatay/Antakya bölgesinde bulunan iki çadır kentin sorumluluğunu alacaktık. Hatay’a girer girmez askerler bizleri karşıladı. Şehrin her yerinde Mehmetçiği görmek güven veriyordu. Ne yazık ki araçla ilerlemeye başladıkça enkaz görüntüleriyle karşı karşıya kaldık. Hava o zaman daha da ağırlaştı sanki, şehrin içine girdikçe omuzlarımdaki yükün arttığını hissettim. Etrafta sivil halk neredeyse yoktu. Yaşamın Hatay’da çok daha farklı akacağını ilk saniyelerden anladık. Varacağımız yere gidene kadar düşündüm: Bir daha insanlarımızın enkaz altında kalmaması için ne yapmalıydık? Yıkılan binalar, demirlerin çürümesiyle yıkılmamıştı. Yıllarca devleti zayıflatan, devleti küçülten sistem çürümüştü artık. Yolsuzluğun, rüşvetin, adam kayırmacılığın sistemiydi bu. Bu sistemi de değiştirmemiz gerekiyordu. İnsanlarımızın bir daha enkaz altında kalmayacağı müreffeh, tam bağımsız bir ülke kurmayı hayal ettim. O sürede de çadır kente vardık.
Çadır kentte yapılacak çok iş vardı. Herkesin fedakârlık yapması gerekiyordu, elimizden gelenin en fazlasını yapmalıydık. Bu işlerin üstesinden gelmek için bölgeye gelen bizim gibi birçok gönüllü vardı. Ailesini, çocuklarını bırakanları, buradan gitmemek için görev süresini uzatan Nazan hocamızı, gönüllülük esasıyla gelip buradaki çocuklardan ayrılamayan Eyüp abimizi, kütüphane kurmamız için gece gündüz çalışan Erdi Komutanımızı tanıyınca işlere daha da sıkı sıkıya sarıldık. Şüphesiz böyle çok fazla tanışamadığımız kahramanlar vardı. Yoksa nasıl üstesinden gelinecek bunca işin?
Çadır kentte işleri düzene sokunca “Gitmeden evvel buraya bir kütüphane kurabilsek…” diye kendi kendimize konuşuyorduk. Sonrasında kararı verdik! TGB gönüllülerini, ailelerimizi, arkadaşlarımızı kimimiz varsa görüşüp kütüphanenin ihtiyaçlarını karşılayacaktık. Kütüphanenin kurulmasında çadır kentte yaşayan Narin, Hilda, İsmail, Naime ve daha nice küçük çocuklardan genç arkadaşlarımıza kadar herkes emek verdi. Kafaya koymuştuk, kütüphaneyi kurmadan gitmeyecektik. Bunun için çalışmayan genç kalmadı, küçük çocuklar bile işin ucundan tutuyordu. Sonunda onu da başardık. Hatay Küçükdalyan Çadır Kentin Medeniyetler Kütüphanesi’ni kurduk. Bizim için dünyanın en güzel kütüphanesi orasıydı. Umut o kütüphaneye verilen emekti.
DEVLET YOK YAYGARALIĞI
Gelmeden önce sosyal medyadan devletin hiçbir yerde olmadığı söylemi çok hakimdi. Hatay’da gördüğüm ise bunun tam tersiydi. Hatay’ın girişinden çadır kentlerin kurumuna kadar asker, polis, AFAD, Kızılay her yerdeydi. Devlet tüm kurumlarıyla Hatay’da görev başındaydı.
Sürekli sosyal medyada bahsedilen çocukların kaçırılma gibi bazı güvenlik sorunları iddialarının doğruluğunun olmadığını gördük. Deprem bölgesi belki de Türkiye’nin en güvenli yeriydi çünkü her köşe başında Mehmetçik nöbet tutuyordu. Yiyecek-içecek sorunu yoktu. Çadır ihtiyaçlarının tamamlanması için herkes canla başla çalışıyordu. Köylerde olan vatandaşlar çadır kentlere gitmeye ikna ediliyor ya da çadır sağlanıyordu. Hijyen sorununu çözmek için elimizden geleni yapıyorduk. Elbette eksiklikler vardı. Çadır kentlerde yaşayanlar ise bunu anlayışla karşılıyordu, çünkü nasıl çalıştığımızı görmüşlerdi.
Görev aldığımız iki çadır kentte de yaptığımız ilk işlerden biri çadırları dolaşmak, ihtiyaç tespiti yapmak oldu. Çadırına girdiğimiz herkes bizi evinde karşılıyormuş gibi davrandı. Her bir çadıra girdiğimizde çay ya da kahve ikram etmeden gitmemize izin vermiyorlardı. Yemek yapma imkanları olsa eminim bizi yemek yedirmeden bırakmazlardı. Çadırları dolaştığımız gün Elif abla bizi çadırına konuk etti. Kendisiyle bir kahve eşliğinde uzun uzun sohbet ettik. Elif ablanın en çok yakındığı şey tüm gün çadırda bir iş yapmadan durmaktı. Eski iş hayatlarına, yaşamlarına büyük özlem duyuyordu. O yaşamı tekrar getirmek için elimizden gelenden fazlasını yapmamız gerektiğini Elif abla gösterdi bize. Kahvemizi yudumlarken sohbet etmeye devam ettik, Nazım Hikmet’in de dediği gibi gövdemizle karanlıkları yararak o ışıklı sıra dağlara, Hatay’ın Nur Dağlarına, güneşe doğru çıkacağımız günler yakın. Hatay’da da dostlar arasında, güneşin sofrasındaydık. İlk defa tanıştığımız tüm yüzler dostumuz, ablamız-abimiz, kardeşimizdi. Çünkü o eski hayatımızı geri getirmek için birbirimize sarılmamız gerektiğinin farkındaydık.
O iş hayatının temposuna, eski hayatına özlem duyan sadece Elif abla değil. Çadır kentte Kütüphane kurma sürecinde karşılattığımız Taha arkadaşımız ve ailesi depremden önce bir Kebap Dükkânı işletiyorlarmış. Deprem sonrası da buldukları konteynırda o dükkanlarını yaşatmaya devam ediyorlar. Tekrar anladım ki çalışmamak Türk milleti için en zor şeylerden biri. O yüzden devletimizin en acil müdahale etmesi gereken alanlardan biri Çadır Kentte olan vatandaşlarımızın boş vakitlerini dolduracak alanlar yaratmak olmalı. Özellikle sanayi bölgesindeki fabrikaların tekrar işlemesini sağlamalı, iş yerlerini bir an önce kurmalı.
FELAKET FIRSATA GEBE
Türk milletinin karakteri çalışkan, fedakarlıkla dolu bir geçmişi var. O yüzden Hatay bize problemlerde büyük fırsatlar doğacağını gösterdi. Sorun varsa fırsat var. Türk milleti o azimle, devrimci mücadeleyle, birlik beraberlikle Hatay’da o enkazı her yerden kaldırıyor. On yedi günlük Hatay’daki görevimde milletin gücünü, birlik beraberliği ve umudu gördüm.
Ezcümle, bize bu enkazı bırakan bir sistem var. Bu sistemin kolonlarından duvarındaki sıvaya kadar her yeri çürümüş. “Devletin ne işi var?” diye diye devletin kurumlarının içi boşaltılmış, yerine sivil toplum kuruluşları doldurulmaya çalışılmış. Devletin elindeki kamu teşebbüsleri satılmış yeri özel sektörle doldurulmaya çalışılmış. Sonra mı? Sonra olanlar ise ortada. Binalar devletin denetimi yerine binalar yapı denetim şirketlerine emanet edildi ve yıkıldı. Anladık ki devletçilik demek halkın can güvenliğinden mal güvenliğine kadar korunması demekti. Önümüzdeki en önemli fırsat ise devletçiliğe sarılarak bize enkazdan başka bir şey bırakmayan bu çürümüş sistemi değiştirmekte. Önümüzdeki en büyük enkaz bu, şimdiden bu enkazı kaldırmak için çalışmalara başlıyoruz.