Bugün “24 Nisan“. “Ermeni soykırımı yalanının tekrarlanma günü“.
“Ermeni soykırımı” yalanı, söylendiği gibi “100 yıllık yalan” değildir. Bu yalan, 1923’te Lozan’da sonlandırılmıştır. Ortadoğu haritasının yeniden çizilmesi gündeme geldiğinde, tekrar ısıtılıp piyasaya sürülmüştür. Ancak, AİHM’nin “Perinçek-İsviçre” kararıyla, bu yalana son nokta konulmuştur.
Buna rağmen, eğer bugün AB Parlamentosu ve ABD, Türkiye’ye “Ermeni soykırımı“nı tanıma çağrısı yapabiliyorsa; bu, AİHM kararının gereği gibi değerlendirilemediğini gösterir. Gündeme getirilmek istenen “Ermeni soykırımı” yalanı, “İkinci İsrail” yaratma amaçlı “kukla Kürt devleti” projesinin bir parçasıdır. Onun içindir ki, AB ve ABD bir tarafta “Ermeni soykırımı” yalanını dayatırken, öte yanda Mehmetçiğin bölücülüğe karşı mücadelesini durdurmasını istemektedirler.
Hal böyle iken, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın geçtiğimiz günlerde düzenlediği “1915 Olayları Uluslararası Konferansı“nda AİHM’nin bu kararının sözünü dahi edilmeyişi, İletişim Başkanı Fahrettin Altun ve Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Birol Çetin’in, “Ermeni olaylarının araştırılmasını tarihçilere bırakalım” demeler, bizler için uyarıcı olmuştur. Bu “Batı ile anlaşarak sorunları çözme” anlayışı, Perinçek’in Mehmetçiğe hediye ettiği AİHM zaferini değerlendirememekte, Sevr ile sonuçlanan teslimiyet çizgisine denk düşmektedir.
Bu nedenle biz de, bu yalana karşı daha önce açıkladığımız görüşleri tekrar edelim.
1915 Olayları
Osmanlı Devletinin parçalanması ve topraklarının paylaşılmasını konu alan 1. Dünya Savaşı koşullarında, 100 yıl önce Anadolu’da yaşananlar, emperyalist devletler tarafından “soykırım” olarak nitelendirilmektedir.
Oysa, 1915 olaylarının “soykırım” sayılmayacağı hakkında pek çok bilimsel araştırma yapılmış ve yayımlanmıştır.
Osmanlı ve Sovyetler Birliği arşivleri ile Fransa, İngiltere, Almanya ve Avusturya hariciyesine ait yazışmalar bunun kanıtlarıyla doludur.
Örneğin, 1918 yılı Temmuz ayında kurulan Ermenistan Devleti’nin ilk Başbakanı olan Ovanes Kaçaznuni, kurucusu ve yöneticisi olduğu Taşnaksutyun Partisi’nin 1923’te düzenlenen “Parti Konferansı“nda şu saptamalarda bulunuyor:
– Dünya savaşı öncesinde gönüllü silahlı birliklerin oluşturulması hataydı.
– Kayıtsız şartsız Rusya’ya bağlanmışlardı.
– Türklerden yana olan güç dengesini hesaba katmamışlardı.
– Tehcir kararı amacına uygundu.
– Türkiye, savunma içgüdüsüyle hareket etmişti.
– 1918 sonlarındaki İngiliz işgali, Taşnakların umutlarını yeniden kabartmıştı.
– Ermenistan’da Taşnak diktatörlüğü kurmuşlardı.
– Denizden denize Ermenistan projesi gibi emperyalist bir talebe kapılmışlar, bu yönde kışkırtılmışlardı.
– Müslüman nüfusu katletmişlerdi.
– Ermeni terör eylemleri, Batı kamuoyunu kazanmaya yönelikti.
– Taşnak yönetimi dışında suçlu aranmamalıydı.
– Taşnak Partisi’nin artık yapacağı bir şey yoktu; intihar etmeliydi.
Evet, bütün bu saptamalar Ermenistan’ın ilk Başbakanı, Taşnaksutyun Partisi’nin kurucusu Kaçaznuni’ye ait!
Kaçaznuni, 1914’ten 1923’e uzanan süreçte, Türk-Ermeni ilişkilerinin özünü, “savaş hali” olarak ele almaktadır. Bu savaş. Kaçaznuni’nin belirlemesine göre, aslında Türkiye ile büyük emperyalist devletler arasında bir savaştı. Kaçaznuni, raporunda Türkiye’yi sorumlu tutan bir değerlendirmede bulunmuyor. Çünkü Taşnakları ve onun peşine takılan Ermenileri savaşın bir tarafı, Türkiye’yi ise savaşın diğer tarafı olarak değerlendiriyor.
O tarihlerde İstanbul’daki Alman Büyükelçisi olan Vangenhaym’ın, Alman Hükümeti’ne gönderdiği 10 Haziran 1913 tarihli rapor da, 1915 olayları öncesindeki gerçek durumun ne olduğu göstermektedir.
Raporda şöyle deniliyor: “Türk Devleti’nde Ermenilerin durumunun fevkalade iyi olduğunu hiç kimse iddia edemez, fakat öte yandan da Türkiye’nin öbür sakinlerinin ve bilhassa Türklerin, Ermenilerden daha iyi durumda olduğunu yahut da Ermenilerin durumunun Türk tarihinin herhangi bir başka zamanındakinden daha fena olduğunu da hemen hemen hiç kimse ispat edemeyecektir… Ermeniler, Türkiye’de bugün, Rusya’daki Yahudilerin, Lehlilerin ve Finlilerin bulundukları duruma nispeten daha iyi durumda bulunuyorlar. Buna rağmen, bugün en etkin vasıtalarla çalışan bir propaganda, dünyanın her tarafında, Ermenilerin çektikleri azapların günden güne fazlalaştığı ve bugün Avrupa’nın müdahalesini elzem kılacak bir yüksek noktaya eriştiği intibaını uyandırmaya uğraşmaktadır“.
Birinci Dünya Savaşı’na giden süreçte bu faaliyetler hız kazandı, şiddete ve isyana dönüştü. Ayaklanan Zeytun Ermenileri, seferberliğin ilan edilmesi üzerine, 17 Ağustos 1914’te, askeri hizmete karşılık komutanları ve subayları kendileri tarafından atanacak ayrı bir “Ermeni alayı” kurmak istediler. İstedikleri kabul edilmeyince, silahlanarak dağlara çekildiler. Maraş kışlasına getirilen Ermeni erler de silahlarıyla kaçarak çeteler kurdular. Özellikle askerlere ve jandarmalara saldırdılar.
Maraş’ta telgraf bağlantısını keserek askeri kışlayı ve hükümet konağını bastılar. Takye Manastırı’nda Maraş jandarma komutanını ve askerleri öldürdüler. Müslüman köylerini yaktılar ve köylüleri katlettiler.
Erzurum ve Beyazıt (Ağrı) Ermenileri, daha seferberliğin ilk günlerinde silahlanarak, askere alınan Ermeni gençleri ise silah ve teçhizatlarıyla Rusya’ya kaçarak Ermeni gönüllü alaylarına katılmışlardı.
Van Ermenileri, Rusların sınırı geçmesi üzerine ayaklandılar ve ordunun cephede olmasından yararlanarak Van’ı ele geçindiler. Aynı olayı Sivas’ta da gerçekleştirmek istediler ama başarılı olamadılar.
Osmanlı Devleti, 11 Nisan 1915 tarihine kadar, yani seferberliğin ilanından 10 ay sonrasına kadar, bu Ermeni isyan ve ayaklanmalarına sadece yerel güvenlik güçleriyle karşı koydu. Van’ın düşmesi ve Doğu Anadolu’nun Rus işgali altına girmesi ve bunlara rehberlik yapan Ermeni gönüllü alaylarının Müslüman halkı acımasızca yok etmesi üzerine İstanbul Hükümeti, Ermeni Patriği’ne, Ermeni milletvekillerine, komite reislerine olayların devamı halinde sert tedbirler alacağını bildirdi. Bu uyarılara rağmen isyanlar büyüyerek devam etti. Bunun üzerine Hükümet, 11 Nisan 1915 tarihine kadar hâlâ serbest faaliyet yürüten komite merkezlerini kapattı. Komite reislerini ve tahrikçileri tutuklattı. Harbiye Bakanlığı ve Başkomutanlığın isteği üzerine “Tehcir Kanunu” çıkarıldı.
3 maddeden oluşan “Tehcir Kanunu“na göre; “Savaşta… memleketin savunması ve güvenliğini korumaya ilişkin uygulamalara karşı koyma“, “silahlı saldırı ve direnme” eylemlerinin “şiddetli bir şekilde” cezalandırılacağı öngörülüyor ve “askeri kurallara aykırı” davranan, “casusluk ihanetleri hissedilen” köy ve kasaba halkının “ayrı ayrı veya toplu olarak diğer yerlere sevk edilebileceği ve yerleştirilebileceği” belirtiliyordu.
İşte bu kanunun uygulanmasıyla, cephe gerisindeki Ermeni halkı toplu olarak göç ettirildi. Ayaklanmalar şiddetle bastırıldı. Göç ettirilen Ermenilerin binlercesi yollarda açlıktan ve soğuktan telef oldular.
Özetle; 1. Dünya Savaşı koşullarında Osmanlı ordusunu arkadan vurmak isteyen Ermeni çetelerine karşı alınan bu önlemler ve “tehcir”, yani “zorla göç ettirme”, “soykırım” olarak nitelendirilmekte ve Türkiye’nin önüne konulmaktadır. Türkiye’nin bu sözde “soykırım”ı tanıması istenmektedir. Arkasından tazminat ve toprak talebi gelecektir. Aynı zamanda, sürdürülen bu psikolojik savaşla, bölünme tehlikesiyle karşı karşıya getirilen Türkiye’nin önlem alması da engellenmeye çalışılmaktadır.
AİHM / Perinçek-İsviçre Davası
Bu çabaların yoğunlaştığı koşullarda, 2005 yılında, Lozan Anlaşması’nın yıldönümünde İsviçre’ye giden Doğu Perinçek, yaptığı açıklamalarda; “Ermeni soykırımı iddialarının emperyalist bir yalan olduğunu” söyledi ve “biz soykırım yapmadık, vatanımızı savunduk” dedi.
Bu açıklamaları üzerine, İsviçre’de yargılandı ve “Ermeni soykırımını inkar” suçunu işlediği gerekçesiyle cezalandırıldı. Mücadelesini sürdüren Perinçek, konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürdü.
Perinçek’in İsviçre aleyhine yaptığı bu başvuru, 17 Aralık 2013 tarihinde AİHM … Dairesi’nce karara bağlandı. Kararda, “Ermeni soykırımı” iddialarını kabul etmediği için Doğu Perinçek’in cezalandırılması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı bulundu.
Karara göre;
-Niteliği tartışılmakta olan 1915 olayları “soykırım” olarak nitelendirilemez.
-Bu konuda alınmış bir yargı kararı yoktur.
-Bu açıdan da 1915’de yaşananlar, 2. Dünya Savaşı’nda yaşanan Yahudi soykırımından farklıdır.
-Konu, tarihçilerin tartışmaları gereken ve tartışmakta oldukları bir husustur. Dolayısıyla bu konuda parlamentolar ve mahkemeler karar veremez.
-1915 olaylarının “soykırım” olarak nitelendirilemeyeceğinin savunulmasını yasaklamak ve bunu cezalandırmak düşünce özgürlüğüne aykırıdır.
Bu saptamaları yapan AİHM, 1915 olaylarında yaşanan acıları paylaşan ve “Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır” diyen Doğu Perinçek’in, Ermenileri rencide edici bir yaklaşım içinde olmadığını, “ırkçılık”la suçlanamayacağını belirtmektedir.
Bu karar, Avrupa Konseyi üyesi 47 devlet için doğrudan bağlayıcı, diğer devletler için de gözetilmesi gereken bir uluslararası yargı içtihadı oluşturduğundan, karşı güçler harekete geçti ve İsviçre bu karara AİHM Büyük Dairesi nezdinde itiraz etti.
AİHM Büyük Dairesi, 28 Ocak 2015 günü Strazburg’da yaptığı duruşmada İsviçre’nin itirazını görüştü ve İsviçre’nin itirazını reddederek, kararı onadı.
Bu karar, Avrupa Konseyi üyesi olan devletleri ve bütün organlarını bağlar. Diğer devletler için de uyulması gereken bir uluslararası yargı kararıdır.
Bunun da ötesinde; –AİHM duruşmalarında da belirttiğimiz gibi– “Ermeni soykırımı” yalanları, nefret suçu oluşturmaktadır. Ermenilerin 1915’te yaşadıkları ve Türklere yaşattıkları, yıllarca “artık geride kalmış acı olaylar” olarak görülmüşken, 1970’lerde emperyalistlerin desteğiyle “ASALA” adlı bir terör örgütü ortaya çıkmıştı. 1973-1984 yılları arasında çoğunluğu yurtdışındaki Türkiye Cumhuriyeti diplomatları olmak üzere, 42 Türk vatandaşı katledilmişti. ASALA, “geçmişi unutturmamak”, “geçmişin intikamını almak” gibi açıklamalar yapıyordu. Bu anlayışla yapılan terör eylemlerinin sonuncusu, 1983’te Paris Orly Havaalanı’nda THY bürosuna bomba konulması olmuştu ve bu eylemde 2 Türk, 4 Fransız, 1 Amerikalı ve 1 İsviçreli yaşamını yitirmişti.
Şimdi aynı anlayış ve yaklaşımı taşıyan bu girişimler, milletlerarası nefreti körüklemekte ve yeni terör eylemlerine zemin hazırlamaktadır (*).
Vatan Partisi Yurtdışı Temsilciliği, daha önce oluşturulan “Talat Paşa Komitesi“nde olduğu gibi aktif durumdadır. AİHM kararlarıyla oluşan ve bütün devletleri bağlayan uluslararası hukuktan da güç alarak bu menfur saldırıyı püskürtecektir.
Teslimiyet Politikasının
Tarihsel Kökleri
“Ermeni soykırımı” dayatmaları da dâhil olmak üzere bugün karşı karşıya bulunduğumuz sorun, her alanda ulusal bağımsızlığı savunmakta kararlı bir Milli Hükümete sahip olup olmamaktır.
AİHM’de mücadele sürdürülürken, “Ermeni soykırımının 100. yılı” hazırlıklarının yoğunlaştığı koşullarda, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı sıfatıyla yapılan açıklamada Ermeni toplumuna “taziye” mesajları gönderilmiş, başsağlığı dilenmişti.
Ahmet Davutoğlu, “Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır” dediği için Doğu Perinçek hakkında mahkûmiyet kararı veren İsviçre’nin Dışişleri Bakanı Micheline Calmy-Rey’in Ankara’ya davet edilmesini eleştirenlere cevap verirken, Micheline Calmy-Rey’in “dürüst arabulucu” olduğunu belirtiyordu. Bilindiği gibi, İsviçre Dışişleri Bakanı Michaline Calmy-Rey, 2009 yılında ABD’nin denetiminde yapılan Ermenistan-Türkiye arasındaki görüşmelerde arabuluculuk yapmıştı. 6 Nisan 2009 tarihinde İstanbul’da Obama’nın gözetimi altında toplanmışlardı.
Yakın tarihimiz bunun örnekleriyle doludur. 8 Şubat 1914’te Çarlık Rusyası ile imzalanan Osmanlı-Rus Antlaşması bunlardan biridir. Osmanlı Devleti’ne “Ermeni sorunu”nun çözümü iddiasıyla dayatılan “Islahat Programı” gereği bağıtlanan bu anlaşmayla kabul edilen, Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu’nun bazı bölgelerinin yönetiminin Avrupalı müfettişlere teslimi önerisi, ne gariptir ki, ilk kez Osmanlı Hükümeti’nden gelmiştir ve İngilizlere önerilmiştir.
Birinci İttihad ve Terakki devrinde çeşitli nezaretlerde, Meb’usan ve Şûray-ı Devlet reisliklerinde bulunmuş olan Halil Bey (eski İzmir Milletvekili Halil Menteşe) hatıralarında, kendisine Avrupa’da yapılan bazı telkinleri anlattıktan sonra, bu olayı şöyle nakleder:
“(Paris’ten)İstanbul’a döndüm. Mahmut Şevket Paşa merhumu sadaret makamında ziyaret ettim.
“-‘Halil Bey, Avrupa’da neler var, anlat bakalım’ dedi.
“-‘Paşam, büyük bir tehlikeye maruzuz. Ermenistan ıslahatı propagandası başlamıştır. Rus sefaretinin buna müzahir oldukları anlaşılıyor. Artık Ruslar mağlubiyet döşeğinden bizi kaldırmak istemiyorlar. Ermeni ıslahatı vesilesiyle son darbeyi vurmak istiyorlar’ dedim.
“-‘Ne çare düşünüyorsun’ dedi.
“-‘Şark vilayetlerimizde ıslahatı, İngiliz mütehassıslarına tevdi etmek. Bunu temin edebilirsek mensi (unutulmuş) bir hale düşen Kıbrıs muahedesini ihya etmiş oluruz. Bu muahede mucibince İngilizler şarktan gelecek olan Rus taarruzuna karşı bizi müdafaayı deruhte etmiştir’ dedim.
(…)
“Dâhiliye Nezareti’ne bir Müfettiş-i Umumi celbine karar verdik. O gün Londra Sefirimiz olan Tevfik Paşa’ya şu yolda talimat telgrafı çekildi:
“’Şark vilayetlerimizde esaslı ıslahata karar verdik. Bunu da İngiliz mütehassıslarına tevdi edeceğiz. İngiliz Hükümeti, şarkta tecrübe görmüş ricalinden birisini bu iş için intihap buyursun. Umumi Müfettiş olacaktır. Bu zat, arzu ettiği mütehassıslarla birlikte gelsin, mahallerinde tetkikat yapsın, vereceği raporu kabul ve tatbik edeceğiz. Derhal teşebbüste bulunarak neticeyi telgrafla bildiriniz’”.
İngiliz Hükümeti o günün koşullarında Rusya’dan çekindiğinden bu öneriyi kabul etmez. Ancak Batı Avrupa emperyalistleri ve Çarlık Rusyası, açılan bu yoldan yürümeye devam edeceklerdir.
Anadolu’yu parçalanmanın eşiğine getiren çizgi, işte bu emperyalizme teslimiyet çizgisidir. Emperyalizmle uzlaşarak, sorunu çözebileceklerini sananlar hep hüsrana uğramışlardır.
Sonunda 8 Şubat 1914’te “Ermeni sorunu”nun çözümü iddiasıyla dayatılan bu anlaşma imzalanıp, Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu’nun Erzurum, Trabzon ve Sivas ile Van, Bitlis, Harput ve Diyarbakır’dan oluşan iki kesimi ayrılıp, bunların başına olağanüstü yetkilerle donatılmış iki yabancı “Genel Müfettiş” atandığında artık iş işten geçmiştir.
Osmanlı Hükümeti, imzaladığı bu anlaşmayı halktan gizlemek zorunda kalmıştır.
Ord. Prof. Dr. Yusuf Hikmet Bayur, gelişmeleri şöyle aktarır:
“Sadrazam, büyükelçilere (Avrupa büyük devletlerinin büyükelçileri) ‘sözle’ başvurup, Ermeni vilayetlerindeki (yukarıda sayılan Anadolu vilayetleri kastedilmektedir) iki kesim için iki kişi tavsiye etmelerini isteyecektir; büyükelçiler ‘sözle’ iki ad bildireceklerdir; bunun üzerine Bab-ı Âli resmi bir nota ile bu iki kişiyi on yıllık bir kontratla Genel Müfettiş yapmış olduğunu bildirecek ve bunların ödev ve yetkilerini sayacaktır; yine bu resmi notada Bab-ı Âli diyecektir ki: Eğer on yıl içinde bu yerler veya bunlardan biri boş kalacak olursa Bab-ı Âli oraya getirilecek yeni genel müfettişin seçilmesi için ‘büyük devletlerin iyi istekli (bienveillant) yardımına’ güvenecektir.
“Böylelikle Rus ve Alman isteği yerine getirilmiş ve Osmanlı efkârı da aldatılmış olur; yabancı genel müfettişleri gerçekten büyük devletler seçecekler ve onlar değişecek olursa yerlerine gelecekleri yine onlar seçeceklerdir, ancak ilk seçiş Bab-ı Âli’nin sözle yapacağı talep üzerine vuku bulacağı ve kâğıt üzerine konulmayacağı için gizli kalmış olacağından Osmanlı Devleti’nin onur ve çalımı korunulmuş sayılmaktadır”.
Bu görüşmelerin sona ermiş gibi olduğu bir sırada, 26 Ocak 1914’te Tanin gazetesinde çıkan bir başyazı, durumun Türk ulusuna nasıl gösterilmek ve gerçek durumun ondan nasıl saklanılmak istendiğine bir örnektir. Yazıda şöyle söyleniyor:
“… Halbuki Bab-ı Âli’nin giriştiği müzakerât nihayete ermiş demektir; Şarki Anadolu ıslahatını evvelemirde Avrupa kontrolü şeklinde bize kabul ettirmek istediler. Bu kontrol şeklini ref’e muvaffak olduğundan dolayı Hükümet, cidden şayeste-i takdir ve tebriktir. Bu kadar müşkülat ve mehalik ile muhat olan Bab-ı Âli’nin metin bir politika takip edebilmesi, devletin en aciz bir zamanında haysiyetini muhafazaya muvaffak olması âti hakkında bize ümid-bahştır. Mamafih Islahat Avrupa kontrolü şeklini almamakla beraber semere verecek bir mahiyet-i ciddiyeyi haizdir. Hükümet, bu ıslahatı ve onun suret-i tatbikiyesini kabul ederken gayet itilafperverane davranmış ve mahdud düşünmek tehlikesinden kendini kurtarmıştır. Bütün bu ahval siyaset-i dahiliyemizde geniş ve adilane bir fikrin gittikçe galebe çalmakta olduğuna bir delil teşkil etmek itibariyle şayan-ı memnuniyettir”.
Anlaşmanın imzalanmasından sonra 12 Şubat 1914 tarihli Tanin’de yayımlanan “Anadolu Islahatı” başlıklı özette ise yapılan iş, “genel ıslahat” biçiminde gösterilmeye çalışılmıştır. Bugün AKP iktidarının “Ermeni açılımı”nı, “komşularla sıfır sorun” söylemiyle başarılı bir dış politika girişi olarak göstermeye çalıştığı gibi.
14 Mayıs 1914’te, yeni Meclis-i Mebusan açılırken, Padişahın söyleminde iş kapalı geçilir. Söylevin bu konu ile ilgili kısmında imzalanan anlaşmanın sözü geçmediği gibi; iş, devletin gelişmesini sağlamak düşüncesiyle yapılmış genel bir “ıslahat” gibi gösterilir. Padişah şöyle demektedir:
“Umur’u vilâyâtın sıkı bir teftiş ve murakabeye tâbi tutulması, emn-ü asayişin takriri ve inkişaf-ı iktisadinin temini için elzem göründüğünden taksimat-ı coğrafiye itibariyle altı müfettişlik idaresi ihdas ve mıntıkaya bir Müfettiş-i Umumi’nin tayini tasvip edilmiştir. Bu teşkilatın, memleket için müsmir ve feyzdar olacağını ümit ederim”.
Belgesini haktan gizlediği ihanet uygulamasını halka böyle saptırarak sunan işbirlikçi iktidarların düştüğü durumu göstermesi açısından, Ord. Prof. Bayur’dan aktarmaya devam ediyoruz:
Ermeni tezlerini Avrupa’da savunagelen ve Rusya’daki Acmiyazin Ermeni Katogikosu’nun resmi mümessili olan Bogos Nubar Paşa, 10 Şubat 1914 tarihinde bu anlaşma dolayısıyla Osman Sadrazamına bir tebrik mektubu yazar.
Sadrazam, 17 Şubat 1914 günü kendisine yanıt verir. Yanıtta, önce kutlamaya teşekkür edildikten sonra şunlar yazılıdır (Parantez içinde aktarılanlar, Hazine-i Evrak’taki karalamada bulunan ve sonra metin temize çekilirken silinmiş olanlardır):
“Arkadaşlarımın değerli işbirliğiyle (Doğu) vilayetlerimizin ihtiyaçlarına uygun bir idarenin temellerini hazırlama işini başarmış olduğumdan dolayı içten memnunum ve kesin olarak inanmaktayım ki, yürütülmesi sırasında (mümkün olan en iyi sonuçlar) memnunluk verici sonuçlar husule getirecektir.
“Başkanlığını ettiğim Hükümette bir Nazırlık kabul etmek suretiyle, kararlaştırılmış ıslahatın yürürlüğe konulması için bana yurtsevercesine yardımda bulunacak olursanız ekselansınıza minnettar kalırım”.
Bogos Nubar Paşa, buna 25 Şubat 1914’te şu karşılığı verir:
“Altesinizin, bana yollamak onurunu bahşettiğiniz mektubu dolayısıyla derinden duygulandım; ıslahatın yürütülmesine çalışmakla yalnız Ermeni yurttaşlarımın değil, bütün Osmanlıların menfaatlerine hizmet ettiğimin ve bu ıslahatın gerçekleşmesinin ancak İmparatorluğun kalkınmasına güçlü bir biçimde yardım edebileceğinin Altesinizce takdir edildiğinin yeni bir delilini bu mektupta gördüm”.
Bundan sonra Bogos Nubar Paşa, Türk siyasal hayatı üzerinde hiçbir tecrübesi olmadığını ve “Türkçe de konuşamadığı”nı yazar ve dolayısıyla kendisine önerilen işi, yani Nazırlığı, gerektiği gibi (vicdani bir biçimde: “concienciesement”) yapamayacağı için af diler.
Bu sayede de, Rusya’da bulunan Açmiyazin Ermeni Katagikosu’nun Avrupa’daki mümessilinin Osmanlı Hükümeti’nde Nazırlık alması tehlikesi önlenmiş olur!
Sadrazama bu karşılığı yolladığından üç gün sonra, 28 Şubat 1914’te Bogos Nubar Paşa’nın, Rus resmi ajansı olan “Petersburg Telgraf Ajansı”nda şu demeci çıkar:
“Ermeni ıslahatı işinde bir anlaşmaya varıldı. Rusya onu eline alır almaz bu davada başarı kazanılacağından şüphe kalmazdı. Onun çetin bir biçimde işe karışması üzerine, Türkiye en sonunda Ermenistan’da ıslahata razı oldu. Rusya’nın işe karışması yalnız Ermenilere bir iyilik etmiş olmakla kalmadı, Avrupa barışını tehdit eden ciddi korkuları da ortadan kaldırdı. Böylelikle uluslar Rusya’ya minnet borcu altındadırlar. Türkiye’nin kabul ettiği tasarı herhalde bugünkü kargaşayı ortadan kaldırıyor. Türkiye, bugün İmparatorluğun bütünlüğünü korumak için ıslahatın gerektiğini içten duymaktadır ve Bab-ı Âli anlıyor ki, bu işte başarısızlık büyük bir tehlikeye yol açar. Biz şu inançtayız ki, ıslahat tam bir olgunlukla yürütülecek ve böylelikle Ermeni ulusu için yeni bir refah ve gelişim çağı açılacaktır. Her şeyden önce bunu Rusya’ya borçlu olduğumuzu hiçbir vakit unutmayacağız. Bütün ülkelerdeki ve Rusya’daki Ermeniler için İmparator II. Nikola’nın adı ebediyen kalplerde menkus kalacaktır”.
Birkaç gün önce Osmanlı Hükümeti’nin bir üyesi olması kendisinden istenen Bogos Nubar Paşa’nın bu demecine hiçbir Türkçe gazetede rastlanmıyor. Onun Türk gazetelerine geçen demeci, 16 Şubat 1914 tarihiyle “Times” gazetesine yazdığı bir mektuptur. 24 Şubat 1914 tarihli Tanin, bu mektubu şöyle nakleder:
“Rusya’nın teşebbüs-ü samahatkâranesiyle müdafaamız emrinde çalışan Dücel-i Muazzama’ya ve Ermenilerin niyetlerindeki saffeti ve iddialarındaki meşruiyeti takdir ederek bir eser-i ihtiyat ve siyaset olmak üzere İmparatorluğun mevcudiyetini tehdit eden bir tehlikeyi bertaraf ve bu suretle pek uzun senelerden beri Vilayât-ı Şarkiye ahalisinin bi-gayri hakkın çekmekte oldukları ızdıraba birden nihayet veren Hükümet-i Osmaniye’ye arz-ı minnetdari etmek isterim”.
İşte o günkü siyasal iktidarın ve basının durumu budur.
Gelelim günümüze: Bugün Avrupa başkentlerinde dolaşan bütün “Ermeni Soykırımı Tasarıları”nın anası, 2000 yılında ABD Temsilciler Meclisi’nde gündeme getirilen “ABD Ermeni Soykırımını Anma ve Eğitim Yasası Tasarısı”dır. Bu Tasarı, dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’un ABD Temsilciler Meclisi Başkanı’na yazdığı “mektup”la (daha doğrusu verdiği yazılı talimatla) geri çekilmişti.
O zaman Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve Dışişleri Bakanı tarafından teşekkürle karşılanan bu “mektup”ta, “1915-1923 yılları arasında” “Ermeni soykırımı” yapıldığı ileri sürülmüş, Ulusal Kurtuluş Savaşımız “soykırım” olarak nitelenmiş; ancak bu Tasarının yalnızca Türkiye’ye Ortadoğu’da biçilen rol nedeniyle geri çekilmesi istenmişti.
İşte, emperyalizm karşısında bacakları titreyen, Kurtuluş Savaşımızı savunamayan çizginin geldiği nokta budur.
“Ermeni soykırımı” yalanı, “İkinci İsrail”i yaratma amaçlı “kukla Kürt devleti projesi”nin bir parçası olduğu içindir ki, bir tarafta “Ermeni soykırımı” yalanı dayatılırken, öte yanda da CIA denetiminde Hükümet-PKK görüşmeleri yapılıyordu.
Batı ile uzlaşarak sorunları çözme anlayışı, 1914’teki teslimiyet çizgisine denk düşmektedir. Ama unutulmasın ki, o çizginin vardığı yer, Bogos Nubar Paşa’nın da katıldığı “Sevr” olmuştur.
Türkiye’nin, hangi söylem ve biçimde olursa olsun emperyalist dayatmalara karşı Kurtuluş Savaşımızı savunabilecek bir duruşa ihtiyacı vardır.
Sözlerimizi, Atatürk’ün deyişiyle bitirelim:
“Ermeni sorunu, Ermeni milletinin gerçek yararından çok,
dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre
çözülmek istenen bir sorun hüviyetindeydi”.
Mustafa Kemal Atatürk
Söylev ve Demeçler, Cilt I, s. 233
—————–
(*)Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu tarafından 1997’de kabul edilen tavsiye kararındaki “nefret söylemi” tanımı, AİHM içtihatlarında “ırkçılık”, “anti-Semitizm”, “saldırgan ulusalcılık” gibi birçok konuda genişletilerek somutlanmıştır. Buna göre: “Nefret söylemi, ırk, etnik yapı, ulus, dini inanç, vb. nedeniyle bir grup insanı aşağılamak, korkutmak, bunlara karşı şiddete başvurmayı tahrik etmek veya önyargı oluşturmak amacıyla gerçeleştirilen söylemleri ifade eder”. Mevcut heykel, çoğu “söylem”e ilişkin olan bu içtihatların ötesinde, kışkırtan ve nefret saçan bir “eylem”dir.
Örneğin, bir parlamenter olan ve Belçika’da kurulmuş Ulusal Cephe adlı bir siyasi partinin başkanı bulunan Daniel Feret, seçim kampanyası sırasında partisi tarafından “Belçika’nın İslamlaştırılmasına karşı çık”, “sahte entegrasyon politikasına dur de” ve “Avrupalı olmayan iş arayanları evlerine gönder” sloganlarını içeren el ilanları dağıtıldığı için ırk ayrımcılığını tahrik nedeniyle mahkum olmuş, kamu hizmetinde bulunma ve 10 yıl süreyle parlamenter görevden ihraç cezasına çarptırılmıştır. Bu kişi, AİHM’ne başvurmuş, ifade özgürlüğünün ihlal edildiğini iddia etmiştir. Bu başvuruyu reddeden AİHM;, özetle; “Başvurucunun yorumları açıkça yabancılara karşı güvensizlik, reddetme ve hatta nefret duyguları uyandırmaya müsaittir. Kendisinin, seçim bağlamında iletilen mesajı, giderek artan bir tınıya sahip olmuş ve açıkça ırkçı nefreti tahrik etmiştir” demektedir (Feret v. Belçika kararı 16 temmuz 2009-15615/07).
Keza, bir Fransız karikatürist olan Denis Leroy, Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen saldırıyı konu alan karikatürünün altına “Hepimiz bunu hayal etmiştik…Hamas gerçekleştirdi” yazarak yayınladığı için para cezasına çarptırılması üzerine AİHM’ne başvurmuş, AİHM; “başvurucu, saldırının faillerine ahlaki desteğini ifade etmiş, sivillere karşı gerçekleştirilen şiddeti onaylayıcı bir tarzda yorumlamış ve mağdurların onurunu zedelemiştir” diyerek başvuruyu reddetmiştir. AİHM, karikatürün yayınlandığı gazetenin sınırlı sayıda dağıtılmış olmasına rağmen, bu karikatürün Bask Bölgesinde belirli bir kamuoyu tepkisini tahrik ettiğini, şiddeti başlatma kapasitesine sahip olduğunu” söylemiştir (Leroy v. Fransa kararı, 2 Ekim 2008-36109/03).