Hayatı boyunca herhangi bir adliyenin kapısından içeri hiç girmemiş birçok insan kendisinin de hukukun bir öznesi olduğunun farkında olmaz çoğu zaman. Aslında gerçekten de hukuk dallarının bir kısmı ile doğrudan ilgisi olmamış olabilir. Örneğin hayatında hiçbir suçun faili ya da mağduru olmamış pek çok insan vardır. İcra iflas Kanununun, Ticaret Kanunun, hatta İş Kanununun kapsama alanına dahi girmemiş olanlarımız vardır. Peki ya Medeni Kanun?
İstanbul Üniversitesi 1 Nolu Amfi’nin, üniversitenin kapısından henüz girmiş birinci sınıf öğrencisine hukuku bütün ağırlığı ile hissettiren atmosferi içinde hafızamda yer eden ilk birkaç önemli cümleden biridir “Kişiliğin, çocuğun sağ olarak tamamıyla doğduğu anda başladığı ve hak ehliyetinin sağ doğmak koşulu ile çocuğun ana rahmine düştüğü andan başladığı” düzenlemesi (Geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz Değerli Hocam Prof. Necip Kocayusufpaşaoğlu’nu saygı ile anıyorum). Henüz dünyaya dahi gelmediğimiz dönemden başlayarak yaşamımızın her alanını düzenleyen, bununla kalmayıp biz bu dünyadan ayrıldıktan sonra dahi etkilerini göstermeye devam eden Medeni Hukuk, her an aldığımız ancak darlığına düşmediğimiz sürece farkına varmadığımız nefes gibi, elle tutamasak gözle göremesek de etrafımızı saran hava gibidir.
Medeni haklar, bir ülkede yaşayanların cinsiyet ve uyrukluk ayrımı yapılmadan sahip olduğu haklardır. Bu nedenle Medeni Hukuk da özel hukukun en önemli dalıdır. Bir kimsenin doğumundan ölümüne kadar sosyal hayatta başkalarıyla giriştiği ilişkilerin çok büyük bir kısmı, medeni hukukun konusuna girmektedir. Medeni haklardan yararlanma ve onları kullanma hak ve yetkisi, kişiliğinin tanınması ve korunması, aile, mülkiyet ve borç ilişkileri, mirasın geçişi ve paylaşımı hep medeni hukukun konusuna girmektedir. Medeni Kanun da tüm bu ilişkileri, kişilerin doğumundan ölümüne kadar tüm yaşam faaliyetlerini düzenleyen yurttaşlar yasasıdır.
743 sayılı Türk Kanunu Medenisi, 17 Şubat 1926 tarihinde TBMM’nde kabul edilmiş, 4 Nisan 1926 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanmış ve 6 ay sonra 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Halen yürürlükte olan 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu ise 22 Kasım 2001 tarihinde kabul edilmiş ve 1 Ocak 2002 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
BİR DEVRİM YASASI OLARAK MEDENİ KANUN
Hemen her devrim, genellikle bir hukuk devrimini de içerir. Kemalist Devrim de doğurduğu sonuçlar itibariyle çok önemli olan bir hukuk devrimidir aynı zamanda. Özellikle 1926 senesinde kabul edilen Kanunlar, özellikle de Medeni Kanun, yüz yıllara dayanan Osmanlı – Türk toplumunun yapısını değiştirmiş, üç kıtaya yayılmış bir imparatorluğun külleri üzerinden yükselen yeni Türk devletine, devrimin önderi M.Kemal Atatürk’ün hedeflediği muasır medeniyet seviyesinin ufuklarını açmıştır.
Medeni Kanun’un kabulü özel hukuk açısından devrimin en önemli aşamasıdır bir bakıma. Çünkü Medeni Kanun’un kabulü yalnızca yasa değişimi değil, bir düşünce devrimidir. Toplumsal yaşamımızda kökten bir değişim yaratmıştır. Prof. Dr. S.Sulhi Tekinay’ın dediği gibi bir özel hukuk abidesi olan Medeni Kanun tek bir devrim hareketinden ibaret değil, Atatürk devrimlerinin bir bakıma sentezidir. Laiklikle ilgili düzenlemeler daha sonra yapılacak ise de (1924 anayasasında yer alan “Devletin dini, İslâm dinidir” maddesi 10 Nisan 1928 tarihli değişiklikle kaldırılmış ve Laiklik İlkesi 1937 yılında Anayasamıza girmiştir.) Medeni Kanun Laikliğin adeta ete kemiğe bürünmüş halidir. 1926 yılında Medeni Kanun’un kabulü ile ülkemizde toplumsal yaşamda dini esaslara dayanan uygulamalara son verilerek Laik hukuk sistemine geçilmiştir. Medeni Kanun ile vatandaşlar arasındaki ırk, din, cins ve mezhep ayrılıkları sona erdirilmiş, miras, vasiyet ve mülkiyet gibi kurumlara çağdaş bir anlayış getirilmiştir, en önemlisi toplumun yarısı olan kadınlara her alanda ekonomik ve sosyal hayata katılma hakkı verilmiştir.
Lozan antlaşması ile esas olarak çoklu hukuk ortadan kalkmış olmakla birlikte, antlaşmanın azınlıklarla ilgili 42. Maddesinde “Türkiye Hükümeti, Müslüman olmayan azınlıkların aile hukuku veya kişisel hakları konusunda, bu sorunların adı geçen azınlıkların gelenek ve göreneklerine göre çözümlenmesine yardımcı olacak her tür yasayı çıkarmaya olur verir.” hükmü yer almaktaydı. Türkiye, bu maddeyi çift hukukluluğa sebep olacağı gerekçesiyle problemli bulmaktaydı. Tam bağımsızlığın yolu da ülkede farklı inanış içinde olan ya da farklı etnik kökenden gelen tüm yurttaşların uyum içinde yaşaması da öncelikle ülkedeki yasaların herkesi kapsamasından geçmekteydi. Hazırlanmakta olan Medeni Kanun, Müslim veya gayrimüslim tüm ahali için şimdiye kadar dini kurumların yetkisinde olan evlilik, boşanma ve veraset gibi işlemleri bu kurumlardan alarak Cumhuriyet kanunlarına bağlayacaktı. İşte bu hazırlıklar devam etmekte iken, ülkemizdeki azınlıklar (önce Yahudiler, ardından da Ermeniler ve Rumlar) hükümette ve kamuoyunda oluşan beklentileri karşılıksız bırakmayarak Aile Hukuku alanında yürürlüğe girecek olan Medeni Kanun’un gereklerine uymayı kabul etmiştir. Hahambaşılık, Rum ve Ermeni Patrikhaneleri ve Ermeni Katolik ve Protestan cemaatleri Lozan Antlaşmasının 42. maddesi ile kendilerine bırakılan Aile Hukukuna dair hak ve yükümlülüklerden feragat ettiklerini açıklamışlardır. Bu feragat beyanları, yurdumuzda artık Aile Hukukunda toplumun tamamı için sadece Medeni Kanun’un uygulanması sonucunu doğurmuştur. Bu çok önemli gelişmede şüphesiz kanunun laik esaslara dayanıyor olması en önemli etkendir. Kanunla medeni nikâh şart haline getirilmekteydi. Müslümanlar gibi azınlıklar da dilediklerinde resmi nikâh sonrası kendi dinî kurumları aracılığıyla dinî tören yapabileceklerdi. Boşanma ve miras meselelerinde de azınlıkların kendi hukuki uygulamaları kaldırıldığı gibi Patrikler ile Hahambaşının yargıçlık yetkileri de son bulmuş oluyordu. Görüldüğü üzere Medeni Kanunun kabulü, ülkemizde hukuk birliğinin sağlanmasına da büyük hizmet etmiş tarihsel bir olgudur.
OSMANLI DÖNEMİNDE MEDENİ HUKUK
Hukukun büyük oranda dinsel kurallardan oluştuğu Osmanlı İmparatorluğunda Tanzimat’tan sonra kanunlaştırma hareketlerinin başlaması ile birlikte Medeni Hukuk alanında bir düzenleme yapılması gerekliliği de ortaya konmuştur. Cevdet Paşa’nın başkanlığını yaptığı bir komisyon tarafından 1868 – 1876 döneminde yürütülen çalışmalar neticesinde Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye hazırlanmıştır.
Mecelle aslında Borçlar Hukukunu düzenleyen bir kanunnamedir. Eşya Hukukuna dâhil olan zilyetlikle ilgili belli konuları ve Usul Hukukuna ilişkin de sınırlı bazı konuları içermekle birlikte Medeni Kanunda bulunması gereken Aile ve Miras konularını kapsamamaktadır. Kanun tekniği açısından da birçok eleştiri almış olan Mecellenin, salt dinsel kurallardan esinlenmesi nedeniyle kısa sürede büyük bölümü çağ dışı kalmış, yetersiz kalması nedeniyle değişiklik çalışmaları da yapılmıştır. Bu çerçevede hazırlanan Aile Hukuku Kararnamesi 1917 yılında yürürlüğe girmiş, ancak esaslı bir değişiklik getirmemiştir. Kararname, erkeğin mutlak boşanma hakkına ve çok evliliğe bazı küçük sınırlamalar getirmiş, Hristiyan ve Yahudilerin de evlenme hukukunu düzenlemeye çalışmıştır. Aile Hukuku Kararnamesi 19.06.1919 tarihinde yürürlükten kaldırılmıştır.
MİLLİ MÜCADELE VE CUMHURİYET / I. II. III. MECLİS DÖNEMLERİ
23 nisan 1920 tarihinde resmen açılışı yapılan birinci meclisimiz (23 nisan 1920 – 1 nisan 1923) Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyeti Temsiliyesi Başkanı Mustafa Kemal Paşa tarafından yayımlanan genelge uyarınca illerden ivedi olarak seçilen mebuslar ile işgal edilmiş olan İstanbul’da kapatılan Osmanlı Mebusan Meclisi’nden Ankara’ya gelebilen mebuslardan oluşmuştur. Güçler birliği ilkesine dayalı olağanüstü bir meclistir. Kurucu Meclis olarak ilk Anayasamız olan 1921 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanununu hazırlamıştır. Ulusal egemenlik ilkesine dayanır. 1 Kasım 1922 tarihinde Saltanatı kaldıran da bu meclistir. İlk meclisimiz milli mücadele meclisi olarak nitelendirilmektedir.
İkinci (1923 – 1927) ve üçüncü meclisler (1927 – 1931) ise oluşma biçimi ve işlevleri bakımından ilk meclisten farklıdır. Üyeleri yurdun düşmandan temizlenmesinden sonra Halk Fırkasının adayları olarak halkın onayına sunulur ve seçilirler.
Cumhuriyet ikinci meclis tarafından ilan edilmiştir. Lozan Barış Antlaşması da ikinci meclis tarafından onaylanmıştır. 1924 anayasası (ilk cumhuriyet anayasası) ikinci mecliste hazırlanıp kabul edilmiştir. Halifelik 3 mart 1924’te ikinci meclis tarafından kaldırılmıştır. Aynı gün Şeriyye Vekâleti ve Şeriyye mahkemeleri kaldırılıp yargı birliği sağlanmıştır. Medreseler kaldırılıp öğrenim birliği yerleştirilmiştir. Laik devrimin temeli ikinci mecliste atılmıştır. Bu temel Türk Kanun-i Medenisi (17 şubat 1926) ile pekiştirilmiştir.
Harf devrimini gerçekleştiren üçüncü meclis de ikinci meclisin başlattığı Kemalist Devrime yeni halkalar eklemiştir. Bütün bu yapısal karar ve uygulamaları nedeniyle ikinci ve üçüncü meclis devrim meclisleri olarak nitelendirilmektedir.
KANUNLAŞTIRMA ÇALIŞMALARI – KURULAN KOMİSYONLAR
Kurtuluş Savaşının kazanılması ve Cumhuriyetin kurulmasıyla her alanda kanunlaştırma çalışmaları başlamış, bu amaçla komisyonlar kurulmuştur (Ahkam-ı Şahsiye – Vacibat Komisyonu). Ancak komisyonların çalışmalarından beklenen verim alınamamıştır. Medeni Hukuk alanında Mecelle ile Batı hukukunun esaslarının karışımı olan melez bazı düzenlemeler önerilmiş, daha önce yürürlükten kaldırılmış olan aile hukuku kararnamesi ile çok benzer bir çalışma yapılmıştır. Temel meselenin dini esaslardan ayrılan hukuk kurallarına ayak direme olduğu görülmüş, özellikle Aile Hukukunda “tek eşlilik” konusunda yol almak mümkün olamamıştır. Sonuç olarak komisyonların görevine Adliye Vekili Mahmut Esat Bozkurt tarafından “Komisyon çalışmalarının Cumhuriyeti kuranların dinamizmi ile bağdaşmayacak derecede ağır gitmesi ve önerdikleri yeni düzenlemenin hemen tümüyle şeriat hukukuna dayanacak nitelikte olması” gerekçeleri ile son verilmiştir.
DEVRİM KANUNLARI
1924 yılının ilk aylarında laiklik ve modern hukuk sistemine yöneliş açısından çok büyük atılımlar gerçekleşmiştir. Üç devrim yasası olarak adlandırılan ve bugün halen düzenlenen toplantılar ve konferanslarla anılmakta olan “Hilafetin kaldırılması” “Tüm okulların Millî Eğitim Bakanlığına bağlanması (Tevhid-i Tedrisat / Eğitimde birlik) ve Şer’iye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılması – Şer’iye Mahkemelerinin kapatılması” son derece önemli yapısal değişikliklerdir.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, 1 Kasım 1925 tarihinde TBMM ikinci dönem üçüncü toplanma yılı açış konuşmasında Cumhuriyet Adliyesinin gelişiminden duyduğu memnuniyeti belirttikten sonra: “Bir taraftan ilmi yeterliliği temin eden müesseselere ehemmiyet atfederken, diğer taraftan Cumhuriyet Adliyesinin dayanakları olacak kanunların bir an evvel vücuda getirilmesine bakılmalıdır. Geçmiş idarelerden devralınan yetersiz kanunlarla geçirdiğimiz senelerde genel hayatın maruz kaldığı müşkilat göğüslenebilmişse, bu, milletimizin Cumhuriyete olan sarsılmaz tabii alakasından ve Cumhuriyet idaresinin esasındaki kuvvet ve kudrettendir. Fakat yetersiz kanunların devamına müsaade etmek yüzünden milletin maruz bulunduğu müşkülatın bir an evvel giderilmesi ertelenemez zaruriyetler arasındadır. Yüce Meclise takdim edilecek olan Ceza Kanunu, Medeni Kanun ve Ticaret Kanununun toplantı devresi esnasında düzenlenmesi ve yayımlanmasındaki aciliyeti bilhassa ifade etmek isterim” demiştir.
İSVİÇRE MEDENİ KANUNUNU ALMA KARARI ve MEDENİ KANUNUN KABULÜ
Kanunlaştırma yöntemine ilişkin çeşitli tartışmalar yürütülmüştür. O tarihte yeterli uzman kadro ve fikrî birlik olsa, şüphesiz tamamen millî kaynaklarla bir yasanın yapılması tercih edilecektir. Ancak o günün koşullarında milli birliği sağlamak, kadını erkekle eşit kılmak, çağdaşlaşmak hedeflerine bir an önce ulaşmak için, Gazi’nin belirttiği aciliyet de gözetilerek temel yasaların hızla hedeflenen çağdaş yapıya uygun Batı yasalarından “iktibas – benimseme” yöntemi ile oluşturulmasına ilişkin görüş kuvvet kazanmıştır.
Batı’da uygulanan iki farklı hukuk sisteminden “sistematik biçimde yazılı yasalara dayanan Kara Avrupası” sistemi uygun bulunmuştur. Alman, Fransız ve İsviçre yasaları tartışılmıştır. Kurulan komisyonların yürüttüğü tüm başarısız çalışmalara son verilmiş, İsviçre Medeni Kanunu’nun bazı değişikliklerle, fakat tüm olarak alınması kararlaştırılmıştır.
İsviçre Medeni Kanunu’nun seçilmiş olmasında; yeni tarihli olup modern görüşlerle hazırlanmış olması, hâkime geniş takdir yetkisi veriyor oluşu, daha açık ve sade oluşu gibi nedenler bulunmaktadır. Ancak başta gelen sebep Cumhuriyet devrimi ile benimsenen topyekûn çağdaş ve laik bir toplum yaratma hedefine uygun oluşudur. Atatürk 30.08.1925 tarihinde Kastamonu’da yaptığı konuşmada:
“Yaptığımız, yapmakta olduğumuz devrimlerin ereği, Türkiye Cumhuriyeti halkını bütünüyle çağdaş ve bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum durumuna vardırmaktır. Devrimimizin temel ilkesi budur” demiştir.
Bundan yedi yıl önce daha 1918 yılında dahi Mustafa Kemal Paşa’nın 1. Dünya Savaşı esnasında geçirdiği böbrek rahatsızlığı nedeniyle Karlsbad’da tedavi görmekte iken ‘Karlsbad’da geçen günlerim (30 Haziran – 28 Temmuz 1918)’ adı altında tuttuğu hatıra defterine yazdıklarında kadın erkek meselesine çağının çok ilerisinde bakışını görmekteyiz:
“Netice: Bu kadın meselesinde cesur olalım. Vesveseyi bırakalım… açılsınlar. Onların dimağlarını ciddi bilim ve fenle süsleyelim. İffeti, fenni sağlıklı olarak açıklayalım. Şeref ve haysiyet sahibi olmalarına birinci derecede önem verelim. Sonra şahsi ilişkiye gelince, tabiat ve ahlakımıza uygun karı arayalım ve onunla evlenme şartlarımızı açık ve kesin kararlaştıralım. Ona, uymakta kusur edince, onun gereğini yapalım. Kadın da böyle hareket etsin!”
İktibas edilen yasada Atatürk’ün gerçekleştirmeyi baştan beri düşündüğü kadın – erkek eşitliğine önem verilmekte olup Aile Hukuku bu ilkeye ağırlık verilerek düzenlenmiştir.
Fransızca metinden kısa sürede yapılan çeviri, hükümet tasarısı olarak meclise sunulmuş, tümü ile ve ivedilikle görüşülerek 17.02.1926 tarihinde kabul edilmiştir. Borçlar kanunu da aynı şekilde ve 22.04.1926 tarihinde kabul edilerek ayrılmaz bir parçası olduğu medeni kanun ve uygulanmalarını sağlayan tatbikat kanunu ile beraber 04.10.1926’da yürürlüğe girmiştir.
Kazım Özalp, Yasanın Mecliste oylandığı günü şöyle anlatmaktadır:
“Atatürk, yeni Türk devletini Batı usullerine göre geliştirmeye karar vermişti. Bu yolda yaptığı inkılapların biri de İsviçre Medeni Kanununu Türkiye için aynen kabul ettirmek oldu. Bununla memleketimiz Batı medeniyetine uygun bir yola girmiş olacaktı. Bu kanunu en değerli hukukçularımızdan teşkil edilen bir heyet aynen tercüme etti. Kanun Adliye Vekili Mahmut Esat Bey tarafından meclise getirildi. Müzakere edileceği gün Atatürk meclise geldi. Meclis reisliği odasında istişare ederken, kanunun hiçbir maddesini değiştirmeden tam olarak müzakere edilmesi ve kabul edilmesi lazım olduğunu söylüyordu. Bu arada bazı mebusların Atatürk’ü görmek istedikleri haberi geldi. Kimler olduğu soruldu. Abdullah Azmi Efendi ve Rasih Efendi ve daha birkaç hoca mebusun isimleri söylendi. Kabul etti ve ne istediklerini sordu.
Şeriye vekilliği yapmış olan Abdullah Azmi Efendi “Medeni Kanun hakkında bir ricamız var” diyerek isteklerini anlattı. Kanun maddelerini müzakere etmeyerek bütün halinde kabul edeceklerini, yalnız bir iki kelime ilavesine müsaade olunmasını arzu ediyorlardı. Bu kelimeler de birden fazla kadın ile evlenmeyi mümkün kılacak ve Müslüman kızların gayrimüslim erkeklerle evlenmelerine mani olacak manada kayıtlar idi. Başvekil İsmet Paşa da orada bulunuyordu.
Atatürk “Bu kanunun en mükim maddeleri bu söylediklerinizdir. Biz bütün dünyaya İsviçre Medeni Kanununu kabul ettiğimizi ilan edeceğiz. Onlar bundan sonra Türklerin birden fazla kadın ile evlenmeyeceklerini kabul edecekler, dediğiniz yapılır ise bunu nasıl izah ederiz? Bütün dünyayı aldatmış bir duruma geliriz. Meclisin ve devletin itibarı kalmaz. Kanunun aynen kabulü lazımdır. Oylarınızı veriniz” dedi ve ilave olarak “Zorlama yok. Her aile kızlarına kendi duygu ve alışık oldukları ahlak ve adetlere göre terbiye verir ve buna dikkat eder”
BENİMSEME YÖNTEMİNE ELEŞTİRİLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Türk Medeni Kanunu’nun İsviçre’den alınmış olması, Türk Medeni Hukuku’nun İsviçre’den alınmış olması demek değildir. Çünkü aslında kanun bir çerçeve çizmektedir, bir kalıptan ibarettir. Çerçevenin içini dolduracak olan ise uygulama ve yargı kararlarıdır. Kanuna hayat veren, bir yandan onu her gün uygulayan ve uygulamak için yorumda bulunan mahkemelerin verdikleri kararlar; diğer yönden, bu kanunun yerli ihtiyaçlara tatbikini sağlayan, tatbik suretini gösteren, anlaşılmalarını kolaylaştıran düzenlemelerdir. Türk yargıcı İsviçre’den iktibas ettiğimiz hükümleri, İsviçreli hâkim gibi anlamak ve uygulamak mecburiyetinde değildir. Nitekim geçen bir asırlık zaman içinde Türk yargıçlarının ülkemizde gerçekleşen olaylara uygun uygulamaları ve kararları sonucunda kalıpların içi doldurulmuş ve Medeni Hukukumuz her anlamda milli bir içerik kazanmıştır.
Bir sonraki bölümde Medeni Kanunumuzun kabul sürecinde çok büyük emeği olan dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt ile devam etmek üzere yazımıza burada ara veriyor, bu vesile ile bu devrimci yasayı bize kazandıran başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Mahmut Esat Bozkurt olmak üzere Cumhuriyetimizin devrimci önderlerini saygı ile anıyorum.