Sinema tarihinde avukatlık mesleğine ve savunma sanatına saygı duruşunda bulunan unutulmaz filmlerden biridir “Bir Cinayetin Anatomisi” (Anatomy of a Murder). 1940’lardan başlayarak yaklaşık 40 yıl boyunca Amerikan sinemasının ağır toplarından biri olarak beyazperdede derin izler bırakan Avusturya kökenli yönetmen Otto Preminger’in 1959’da çektiği film, sinema-hukuk ilişkisinin en ayrıksı ve hatta aykırı örnekleri arasında yer alır.
Adından da anlaşılacağı üzere öykü bir cinayet davası etrafında gelişir. Ancak filmi klasik polisiye-mahkeme gerilimi örneklerinden ayıran temel nokta, cinayeti işleyen kişinin baştan belli olmasıdır. Bunun da ötesinde “Bir Cinayetin Anatomisi”ni klasik hukuk-yargılama filmlerinin ötesine taşıyan boyutu da sanığın suçunu inkâr etmemesi, tam tersine cinayet işlediğini kabullenmesinden kaynaklanır. Üstüne üstlük, meşru müdafaa gibi bir gerekçe de ileri sürülmez. Yani, Preminger’in, Yargıç John D. Voelker’ın Robert Traver takma adıyla 1958’de yayımladığı romanı okumasından bir yıl sonra beyazperdeye aktardığı filmde her şey ayan beyan ortadadır; maktule, faile, tanıklara, delillere dair gerçekler, üstelik de hiçbir sürpriz ve gizem barındırmadan seyircinin gözü önünde akmaktadır.
Hukuk fakültesinden sinemaya
Peki öyleyse 161 dakika gibi hayli uzun sayılabilecek süresine, dikkate değer bir aksiyon içermemesine, ağır sayılabilecek temposuna, yaklaşık yarısı bir mahkeme salonunda geçmesine ve şaşırtmaca-kandırmaca içermemesine rağmen “Bir Cinayetin Anatomisi”ni bu denli çekici kılan, heyecanla izleten, sonucunu merak ettiren özellikleri nelerdir? Preminger, John D. Voelker’ın 1952’de henüz yargıç değilken savunma avukatı olarak yer aldığı bu dava sürecini aktardığı kitabını nasıl yorumlamış ve hangi sihirli dokunuşlarda bulunmuştur ki bu çalışması, Amerikan Barolar Birliği tarafından tüm zamanların en iyi 12 mahkeme filminden biri olarak gösterilmiştir? Söz açılmışken, Amerikan Film Enstitüsü’nün 2008’deki belirlemesine göre 10 farklı türdeki en iyi 10 film listesinde yer aldığını da belirteyim “Bir Cinayetin Anatomisi”nin.
Öyküye geçmeden önce bir not: Otto Preminger hukuk bilimine yabancı bir yönetmen değil. Babası, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda başsavcı olarak görev yapmış, kendisi de sinema dünyasına girmeden önce kardeşiyle birlikte Viyana Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okumuş, dereceye girerek mezun olmuş.
İddia ve savunmanın düellosu
Yakınlarında askeri üs bulunan küçük bir Amerikan kasabasındaki bar sahibi Barney Quill, kendi mekânında tabancayla vurularak öldürülmüştür. Teğmen Frederick Manion (Ben Gazzara), Quill’i, karısı Laura’ya (Lee Remick) tecavüz ettiği ve dövdüğü için öldürdüğünü söyleyerek polise teslim olmuş, cinayeti itiraf etmiştir. Filmin düğüm noktaları, olan bitenin seyirciye aktarılmasından sonra atılmaya başlar.
Laura, tutuklanan kocasını savunması için eski savcı ve cebi delik avukat Paul Biegler’i (James Stewart) ikna eder. Üstelik çevresinde “fazla rahat ve fazla samimi” olarak tanınan güzel kadının avukata verecek parası da yoktur. Günlerini daha çok balık avlayarak geçiren Biegler, alkolik yaşlı yardımcısı (Arthur O’Connell) ve sık sık geciken maaşını ne zaman alacağını soran alaycı ama işbilir sekreteriyle (Eve Arden) birlikte ev-ofisinde hummalı bir çalışmaya girişir. Karşısında Bölge Savcısı Mitch Lodwick (Brooks West) ve ona yardımcı olmaya gelen deneyimli sıkı savcı Claude Dancer (George. C. Scott) vardır. Savcılık iddialarını, olayın tecavüz değil rızaya dayanan cinsel ilişki olduğuna dayandırırken, Biegler savunmasını, cinayetin “geçici cinnet” ve “dayanılmaz dürtü” sonucu işlendiği üzerine kurar. İki taraf da hem mahkemeyi yöneten yargıcı hem de jüriyi etkilemek için tüm kozlarını kullanır.
Bir ara not daha: Filmdeki babacan yargıcı canlandıran Joesph N. Welch, gerçek yaşamında da Boston’da yargıçlık yapmış; “Bir Cinayetin Anatomisi” kamera karşısına geçtiği tek film.
Senaryo matematiği ve oyunculuk başarısı
“Laura” (1944), “Düşmüş Melek” (1946), “Korkusuz Kadın” (1950), “Muhteris Ruhlar” (1952), “Ay Mavidir” (1953), “Dönüşü Olmayan Nehir” (1954), “Siyah Carmen” (1955), “Altın Kollu Adam” (1956), “Öneri ve Onay” (1961), “Kötülüğün Yolları” (1965), “Casuslar ve İnsanlar” (1979)… Yönetmenlik yaşamında, bugün de ilgiyle izlenen ve çoğu başyapıt nitelikli işlere imza atmış olan Otto Preminger’in “Bir Cinayetin Anatomisi” gibi çok büyük oranda diyaloglara dayalı bir filmdeki başarısının sırrı her şeyden önce Wendell Mayes’in hiç aksamayan, dört dörtlük bir matematiğin işlediği senaryosundan kaynaklanıyor hiç kuşku yok ki.
İkincisi, oyuncu kadrosunun olağanüstü başarısı gerçekten alkışlanacak düzeyde. Tüm oyuncular müthiş bir parıltı yayıyor. Hepsini tek tek saymaya gerek yok, yalnızca Lee Remick’in hayatının rolünü oynadığını söylemek bile yeterli.
Küçük bir rol de üstlenen ünlü caz sanatçısı Duke Ellington’ın müzik çalışmasını, jürili filmleri seyrederken kendi adıma hep zihnimi kurcalamış olan “İtiraz edildiğinde, soru- yanıt geri alındığında ve jürinin dikkate almaması istendiğinde, sarf edilmiş sözler akıldan da silinmiş oluyor mu?” gibisinden ilginç ayrıntıları da unutmayalım.
“İpten adam alan avukat”ın ötesi
Ama en önemlisi Preminger’in, seyircinin kendisini hem jüri üyelerinden biri, hem avukat, hem yargıç gibi hissetmesini sağlayan bir anlatım tutturabilmiş olması. Duruşma salonunu kaplayan psikolojik atmosfer ve hukuk tekniğine uyumlu ruhsal ritim kısa sürede seyirciyi ele geçiriyor. Benzerlerinin tersine, belli başlı her şeyin belli olduğu dava sürecinde seyirci aslında jürinin vereceği karar konusunda da fazla tereddüt yaşamıyor. Madem ki her şeyin açıkça ortada olduğu bir filmden söz ediyoruz, biz de ona uygun davranalım; jüri kararını, sanığın suçsuz olduğu yönünde veriyor ve Teğmen Manion, yüzünde her türlü yoruma açık manidar bir gülümsemeyle beraat ediyor.
Hukuk düellosu biçimde gelişen filmin çekildiği dönem açısından sarsıcı, şaşırtıcı ve yankı yaratan özelliklerinden biri, ortadaki tecavüz vakası nedeniyle duruşma boyunca kullanılan “cinsellik dili”nden kaynaklanıyor. “Seks”, “sperm”, “külot” vb. kavramların açıkça ve yoğun olarak kullanıldığı ilk Hollywood filmi olarak tarihe geçmiş, tabu yıkıcılığıyla da sansasyon yaratmış durumda “Bir Cinayetin Anatomisi”.
“Bir Cinayetin Anatomisi”nin deyim yerindeyse “asıl sırrı” ise savunma avukatı Paul Biegler’in iddia makamının tezlerini çürütmek için başvurduğu hukuki yöntemlerden kaynaklanıyor. Heyecan dozu, savunma statejisinin aşamalarına bağlı olarak dalga dalga artıyor. Bu açıdan karşımızdaki film “Eğer iyi avukatınız varsa, suçunuz sabit bile olsa kurtulursunuz!” öyküsünden ya da “İpten adam alan avukat” portresinin ötesine uzanmakta, en başta da vurguladığım gibi doğrudan avukatlık mesleğine saygı göstermekte, şapka çıkartmakta, önünde hürmetle eğilmekte.
Yargı sürecinin tüm süjelerinin, özellikle de sinemasever avukatların, 62 yıl önce çekilmiş olan bu filmi uzunca süresine rağmen hiç sıkılmadan izleyeceklerine eminim.