Atatürk’ün Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un Montrö’yü değerlendirmesi
[…] Tarihi okuyorum. Ve onun bize anlattığı zaferleri düşünüyorum. Fakat bunlardan hangisi sırtını silaha dayamadı? Hangisi galip bir kılıcın peşi sıra doğmadı?!.
Büyük İskender’in Makedonya’sı mı? Sezar’ların Roma’sı mı? Cengiz’lerin, Timur’ların Asya imparatorlukları mı? Batı Türklerinin dünya hegemonyası mı? Napolyon’ların Fransa’sı mı? Modern İngiliz imparatorluğu mu? Emperyalist Fransız demokrasisi mi?! Japonya, Amerika mı? Sömürgeci İtalyan faşizmi mi? Bunların hangisi, lafla, nutukla, ukalalıkla elde edildi? Hangisi?!.
Denebilir ki, bütün bunlar kuvvetin hakka galebesidir.
İşin felsefesiyle meşgul değilim. Zaferlerin yaradanını ve koruyucusunu arıyorum. Yaşamak isteyenlerin ve yaşayanların başvurduğu çareyi göstermek istiyorum.
*
Tarihi okuyorum. Onun bize anlattığı büyük ihtilalleri, büyük fikir cereyanlarını düşünüyorum. İnsanlığı haklarına kavuşturan büyük dünya hareketlerini düşünüyorum.
Fakat bunların hangisi sırtlarını kuvvete dayamadan seslerini duyurabildiler? Hangisi elde kılıç hasmının başına vura vura onu yere sermeden, onu pıhtılaşmış kanında boğmadan yerini aldı ve kendini tanıtabildi?
Büyük Fransız İhtilali mi? Büyük Sosyalist İhtilali mi? Büyük Atatürk İhtilali mi? Hitler hareketleri mi?
İnsanlığa yeni bir yaşayış çağı açan bu hareketlerin hangisi lafla, hitabetle, ukalalıkla elde edildi?! Hangisi?!
Hangi hak ve hareket, en haklı bir varlık bile sıkıntılı bir günde tutunmak, varım, var olacağım diyebilmek için silahı ihmal edebilir?! Hangisi?!
*
Tarihi okuyorum. Onun anlattığı realiteleri düşünüyorum.
Biz, 1856 Paris Antlaşması’yla Avrupa konserine [birliğine] girmiş bulunuyorduk. Daha o zaman, fiilen ve hukuken kapitülasyonlardan kurtulmuş olmamız lazımdı. Fakat bu elde edilen hak daha tatbikata girmeden öldü. Yazıldığı kâğıt ona bir kefen oldu. Paris Antlaşması’nı imzalayanlar o hakkı bize tatbik ettirmediler bile. Zaten Kırım Savaşı’na üç devletin yedeğinde canlı cenaze gibi girmiştik.
Demek ki, zaman oluyor, zafer bile hakkın yerini bulmasına az geliyor. Hak, canlı cenazelerin değil, dirilerin ve güçlülerindir.
Son Montrö Konferansı’nı bir lahzacık düşünebiliriz. Boğazlar’ı kapamak bizim her bakımdan söz götürmez bir hakkımızdı. Neden bu hak bugüne kadar kaldı? Ve ancak bugün yerini bulabildi? Boğazlar silahlandı. Neden? Sadece haklı olduğumuzdan mı?!
Fakat bir an korka korka düşünelim: Türk ordusu bugünkü kudretinde olmasaydı, bu hak bize belagatle, hitabetle, mantıkla teslim edilecek miydi?
Cevabını azıcık düşünenler versin!..
Hak silahla alınıyor ve mutlaka silahla bekleniyor [korunuyor]. Onu korumanın başka yolu yok.
Bütün bunlar için ordu, yine ordu, hep ordu. Böyle olmalı. Olup olacakla meşgul değilim; meşgul olmaya da vaktim yok. Ben, olanı söylüyorum.
*
Tarihi okuyorum. Onun anlattığı realiteleri düşünüyorum.
İç ve dış bakımlardan haklarını kaybetmiş milletler günün birinde silaha sarılmak kabiliyetini göstermedikçe, sürüne sürüne bile yaşayamayacaklardır. Onlar, dünyaya armağan olarak korkunç esir mezarları bırakacaklardır. Ve bütün bir tarih içinde onların adı sanı birer mezar olarak kalacaktır.
İşte Asya Mançurya’sı, Afrika Habeşistan’ı vs.
*
Tarihi okuyorum. Realiteleri düşünüyorum.
En medeni millet kimdir? Bunu kendi kendime soruyorum.
Aldığım cevap şudur: En medeni millet, en güçlü millettir. İnsan gibi, insan olarak yaşama hakkı güçlü milletlerindir; tıpkı şahıslar gibi…
Ölmüş büyük medeniyetlerin enkazı bana şu hakikatleri haykırıyor:
“Kuvvetli idik, âlemlere hâkim olduk; zayıf düştük, öldük!”
Bence modern medeniyetin tılsımı, modern bir orduyu bütün levazımıyla, maddî, manevî bütün ihtiyaçlarıyla aynı ülke içinde yaratabilmektedir.
Büyük savaş endüstrisi istiyoruz.
Atatürk büyük Nutuk’unda “Savaş iki milletin maddî, manevî bütün varlıklarıyla ayağa kalkarak birbirleriyle vuruşmasıdır” dedi.
*
Tarihi okuyorum. Ve düşünüyorum:
Her gün her vesileyle çekilen silah aşınır. Zamanında kullanılmayanı paslanır. Hak ve şuur silahın bileğitaşıdır. Onun en iyi kestiği an işte bu andır; hakka dayandığı, şuurla kullanıldığı zamandır.
Büyükada, 17 Ağustos 1936
Mahmut Esat Bozkurt
Kaynak: Mahmut Esat Bozkurt, “Ordu, Yine Ordu, Hep Ordu!”, Son Posta, 18 Ağustos 1936, No: 2172, s.1, 8; Mahmut Esat Bozkurt, Toplu Eserler III, Haz. Şaduman Halıcı, Kaynak Yayınları, İstanbul, s.253-256.