Montrö Sözleşmesi’nin egemenlikle ilişkisini hukuki, diplomatik ve siyasî yönleriyle inceleyen Paksüt, ‘Sözleşme, Türkiye’ye yeni bir kara veya deniz alanı üzerinde egemenlik vermiş değildir. Türkiye’nin boğazlar ve Marmara üzerinde zaten var olan egemenliğini teyit etmiştir’ dedi.
OSMAN PAKSÜT / E. BÜYÜKELÇİ, E. ANAYASA MAHKEMESİ BAŞKANVEKİLİ
Son günlerde Kanal İstanbul projesinin Montrö Sözleşmesi’ni etkileyip etkilemeyeceği ve etkileyecekse ne gibi sonuçlara yol açacağı konusunda, daha ziyade iç siyasetten kaynaklanan tartışmaların yol açtığı kavram karışıklığı, ulusal çıkarlarımıza zarar verme istidadını taşımaktadır.
Kanalın inşasının ekolojik, ekonomik, jeolojik olarak etkilerinin ne olacağı konusu kuşkusuz çok önemlidir ve kendi boyutları içerisinde tartışılmaya devam edilmelidir. Diğer yandan, Montrö Sözleşmesi’nin bu proje nedeniyle tartışmaya açılacağı ve Boğazlar üzerindeki egemenliğimizin kaybedilmesine yol açacağı şeklindeki, hiçbir şekilde katılmak mümkün olmayan görüşlere de rastlandığından, bazı temel gerçeklerin kamuoyumuza anlatılmasında fayda olduğu düşünülmektedir.
Bu bağlamda, 30 Ocak 2020 tarihinde 120’den fazla emekli diplomatımız tarafından imzalanan “Kamuoyuna Duyuru” başlıklı basın duyurusunda yer alan “… Montrö Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması ise Türkiye’nin İstanbul-Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi üzerindeki mutlak egemenliğinin kaybedilmesine yol açar” şeklinde, Türkiye için adeta bir felaket senaryosunun herhangi bir hukuki dayanak da gösterilmeksizin dile getirilmiş olması karşısında, Montrö ve Boğazlar üzerindeki egemenliğimiz meselesinin kamuoyumuzca doğru bir şekilde anlaşılması daha bir önem kazanmıştır.
EGEMENLİK BİR DEVLETİN ÜLKE TOPRAKLARI ÜZERİNDE FİİLEN VAR OLMASI
Egemenlik (eski tabirle hâkimiyet), bilindiği gibi, devlet olarak örgütlenmiş yani belli bir halkın yaşadığı belli bir ülke üzerinde devlet erkinin kullanılabilmesini ifade eder. Bu şekliyle egemenlik, fiili yani eylemli olarak kurulan ve kullanılabilen, idare ve yasa koyma gücünü içeren devlet erkidir. Diğer bir deyişle bir devletin, fiili hâkimiyetinin bulunmadığı yerde egemen olduğundan da söz edilemez. Ancak, bu erkin devlet iradesinin bir tezahürü olması da şarttır, yani fiilen varlık ve egemenliği kullanma iradesi bir arada bulunmalıdır. Devletler hukukunun genel ilkelerine göre egemenlik, devlet erkinin fiilen kullanılabilmesi ile doğrudan bağlantılı olup iç hukukumuzda da bu ilke geçerlidir. Örneğin, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 302. maddesinde düzenlenen “Devletin Birliğini ve Ülke Bütünlüğünü Bozma” suçu, bir tehlike suçu olarak düzenlenmiş olup devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin egemenliği altına koymak, devletin bağımsızlığını azaltmak, devletin birliğini bozmak ve devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmak amaçlarına yönelik olarak, bu amaçları gerçekleştirmeye elverişli ve vahamet arz eden eylemlerin gerçekleştirilmesi, kanunlarımızdaki en ağır yaptırımlara bağlanmıştır. Burada önemli olan devletin egemenliğine karşı olan bu sonuçların gerçekleşmesi değil, gerçekleştirilmesine teşebbüs edilmesidir. Zira bu tehlike bir kere gerçekleştiğinde, yani devletin ülkesinin bir kısmı devlet egemenliği altından çıktığında, o topraklar üzerinde devletin yetkisi zaten işlemez hale gelecektir. Bundan da anlaşılacağı gibi hukukumuzda egemenlik, uluslararası hukuka da paralel olarak, sadece egemenliği kullanma iradesi değil, aynı zamanda fiili hâkimiyet şeklinde anlaşılmaktadır. Öte yandan, fiili hâkimiyetin geçici bir süre kesintiye uğraması, devlet egemenliğinin son bulması anlamına gelmez. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı egemenliğinin sahibi olan İstanbul hükümeti, önce Mondros Ateşkes Hükümlerini sonra da Sevr Anlaşması’nı kabul etmek suretiyle işgal altındaki bölgelerde egemenliği terk etme yönünde iradesini açıklamış ise de Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, öncelikle egemenliğin millete ait olduğu ilkesini kabul ederek, gayrı meşru olan İstanbul hükümeti iradesinin yerine millet iradesini koymak ve bunu silahlı mücadele ile fiilen kazanmak suretiyle, Türk egemenliğini yeniden tesis etmiştir.
BOĞAZLAR VE MARMARA DENİZİ ÜZERİNDEKİ TÜRK EGEMENLİĞİ
Tarihsel olarak Boğazlar ve Marmara Denizi, Türk hâkimiyetindedir. Çanakkale Boğazı’nın 1356’dan itibaren Türk kontrolüne geçmesi, İstanbul Boğazı’nda önce Anadolu Hisarı’nın daha sonra da Rumeli Hisarı’nın yapılmasıyla ve 1453’te İstanbul’un fethiyle bölge üzerinde mutlak Türk hâkimiyeti kurulmuş ve her ne kadar 18. yüzyıldan itibaren, özellikle Küçük Kaynarca Anlaşması ile Rusya lehine bazı haklar tanınmışsa da Osmanlı Devleti egemenliği, Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar devam etmiştir. İşgal yıllarında Türk Milleti adına egemenlik kullanma yetkisi bulunmayan İstanbul Hükümeti’nin, işgal bölgelerinde ve Boğazlarda, Türk egemenliğinden vazgeçme anlamına gelen ve geçersiz olan tasarruflarına rağmen Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasını ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Andlaşması’nın imzalanmasını takiben, Çanakkale’nin işgalden kurtuluşu ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ordularının 6 Ekim 1923’te İstanbul’a girmeleri ile Türk egemenliği yeniden tesis edilmiştir.
Boğazlar ve Marmara üzerindeki Osmanlı egemenliği yaklaşık 570 yıl devam etmiştir. Lozan Andlaşması ile de Osmanlı Devleti’nin borçlarında olduğu gibi haklarında da halefi olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, Boğazlar ve Marmara üzerindeki tarihsel hakların da halefiyet yoluyla sahibi olduğunda ve bu hakları devletler hukuku ilkelerine göre her zaman kullanabileceğinde tereddüt bulunmamaktadır.
İşgal yıllarında kesintiye uğrayan bu egemenliğin tekrar tesisinde çok önemli bir hukuki ayrıntıya da özellikle dikkat çekmek gerekir.
Bilindiği gibi Lozan Barış Andlaşması, 24 Temmuz 1923’te imzalanmış ancak 6 Ağustos 1924’te yürürlüğe girmiştir. (Taraf devletler arasında bulunan Japonya’nın en son onaylaması nedeniyle). Buna göre, Lozan Barış Andlaşması’nın hukuken yürürlüğe girmesi beklenmeden işgalci devletler, İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi’ni Türk Devleti’nin egemenliğine terk etmişlerdir. Lozan’ın yürürlüğe girmesi ile bu egemenlik “de jure” olarak da tanınmıştır. Bu nokta, Lozan’ın 23. maddesindeki serbest geçiş ilkesi ve Boğazlar Sözleşmesi’nin ne anlama geldiğinin açıklanması bakımından önemlidir.
Bilindiği gibi Lozan Andlaşması’nın 23. maddesi Türkçe metni şu şekildedir:
“Tarafeyni Aliyeyi Akideyn, Boğazların usulüne dair bugünkü tarihle münakit mukavelenamei mahsusta beyan olunduğu veçhile, Çanakkale Boğazında, Marmara Denizinde ve Karadeniz Boğazında bahren ve turuku havaiye ile gerek sulh ve gerek harp zamanlarında serbestii mürur ve seyrisefain esasını tasdik ve beyan hususunda müttehittirler. Mezkur mukavelename, buradaki Tarafeyni Aliyeyi Akideyn nazarında, işbu Muahedenamede münderiç olduğu takdirde haiz olacağı hüküm ve kuvvetin aynını haiz olacaktır”.
Bugünkü Türkçe ile özetle, tarafların, aynı gün akdedilen özel sözleşmede (Boğazlar Sözleşmesi) belirtildiği üzere, Boğazlar ve Marmara’da denizden ve hava yoluyla gerek barış, gerek savaş zamanlarında geçiş ve seyrüsefer serbestisi esasını kabul ettiği, bahse konu sözleşmenin barış andlaşması metni ile aynı hüküm ve kuvvette olduğu ifade edilmektedir.
Boğazlar Sözleşmesi’nin 1. maddesinde yine Lozan Andlaşması’nın 23. maddesindeki ilke tekrar edilerek “Tarafeyni Aliyeyi Akideyn aşağıda “Boğazlar” tabiri umumisiyle beyan edilen Çanakkale Boğazı ve Marmara Denizi ve Karadeniz Boğazı’nda denizde ve havada serbestii mürur ve serbestii seyrüsefer esasını tasdik ve ilan etmek hususunda müttehidülefkardırlar” denilmektedir. (Yüksek Sözleşmeci Taraflar, Boğazlar tabiriyle genel olarak ifade edilen Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve Karadeniz Boğazı’nda denizde ve havada geçiş ve seyrüsefer serbestisi esasını onaylamak ve açıklamak hususunda fikir birliğine varmışlardır.)
Sözleşmenin ikinci maddesinde Boğazlardan savaş ve barış zamanında ticari ve askeri deniz ve hava araçlarının geçişinin, sözleşmeye ekli Lahika hükümlerine göre düzenleneceği belirtilmekte ve Lahika’da gerekli ayrıntılara yer verilmektedir.
Üçüncü maddede, “Boğazlarda müruru ve seyrüseferi her türlü mevaniden azade bulundurmak için 4’üncüden 9’uncuya kadar olan maddelerde münderiç bulunan tedabir, Boğazların sularına ve sahillerine ve kezalik oralarda kain veya oralara karip olan adalara da tatbik olunacaktır” denilmiştir. (Boğazlardan geçiş ve seyrüseferin engellenmemesi için alınacak tedbirler Boğazların sularına, kıyılarına ve oralara yakın olan adalara da uygulanacaktır.)
Dördüncü maddede ise Çanakkale Boğazı kıyılarında 20, İstanbul Boğazı kıyılarında ise 15 kilometrelik bir bölgenin ve Marmara adalarının gayrı askeri hale getirilmesi öngörülmekteydi.
Onuncu madde ile Boğazlar Komisyonu’nun kurulması kararlaştırılmakta, on birinci maddede, “Komisyon vezaifini Boğazların suları hakkında ifa edecektir” denilmektedir. On ikinci maddede, komisyonun başkanlığını Türk temsilcinin yapacağı belirtilmekte; on beşinci maddede, komisyonun görevlerini Cemiyeti Akvamın himayesi altında yapacağı, her yıl cemiyete rapor sunacağı ve ticaret ve seyrüsefer yönünden yararlı her türlü bilgiyi vereceği ifade edilmektedir. On yedinci maddede ise “İşbu mukavelename ahkamı Türkiye’nin Türk sularında donanmasını serbestçe cevelan ettirmek hakkına irası halel etmeyecektir” denilmektedir. Bu sözleşme hükümleri, Türkiye’nin Türk sularında donanmasını serbestçe hareket ettirme hakkını kullanmasına engel oluşturmayacaktır, hükmüne yer verilmiştir.
Bütün bu düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde:
Boğazların Türkiye’ye ait olduğu hususunda bir tartışma bulunmadığı,
Boğazların iki yakasında ve Marmara adalarında tesis edilen gayrı askeri statünün amacının sadece serbest geçiş ilkesini emniyet altına almak olduğu,
Boğazlar Komisyonu’nun Türk kara ülkesi üzerinde askeri, yargısal veya idari bir yetkisinin bulunmadığı, görevinin boğazların suları ile ilgili gözlem ve rapor etmekle sınırlı bulunduğu, görülmektedir.
Bundan da anlaşılacağı üzere, egemen yetkiler kullanması söz konusu olmayan Boğazlar Komisyonu ve gayrı askeri bölge gibi birtakım ciddi kayıtlara rağmen, Kurtuluş Savaşı ile fiilen Boğazlar üzerinde yeniden tesis edilen Türk egemenliği, Boğazlar Sözleşmesi döneminde de hukukilik kazanarak, devam etmiştir.
İçerdiği ağır kayıtlara rağmen Boğazlar Sözleşmesi’nin, egemenliğin Türkiye’ye şartlı veya eksik bir devri anlamına gelmediği de açıktır. Boğazlar Sözleşmesi, Türkiye’nin egemenlik haklarına dayanarak, yeni kurulan bir devletin barış ortamı içinde uluslararası kabul ve saygınlık görmesi ihtiyacını da dikkate alarak, serbest iradesiyle kabul ettiği bir düzenleme olup, egemenliği geçersiz kılan değil teyid eden bir düzenlemedir. Gerçekten de, uluslararası sözleşmelerin mahiyeti icabı, devletlere bazı kayıt, koşul ve yükümlülükler getirmeleri kaçınılmazdır. Aksi halde uluslararası sistemin ayakta tutulması mümkün değildir. Nitekim bugün de, hiçbir kayıt ve yükümlülük altına girmeyen yani mutlak anlamda egemen yetkiler kullanabilen bir devlet bulunmamaktadır. Süper güçler dâhil, uluslararası sözleşmelerle silah sistemlerini veya askeri güçlerini sınırlayabilmektedirler. Devletlere zorla dikte edilmedikçe, uluslararası andlaşma ve sözleşmelerin, bunlara taraf olan devletlerin egemenlik haklarına halel getirdiği söylenemez. Tüm bu açıklamalardan maksadımız, Lozan Andlaşması ile Boğazlar üzerinde egemenliğin tam olarak kazanılmış olmadığı, bu egemenliğin Montrö ile kazanıldığı yolunda ileri sürülebilecek olan görüşlerin yerinde olmadığına işaret etmek içindir. Kaldı ki Montrö de savaş hali dışında, Türkiye’nin Boğazlar üzerinde dilediği zaman dilediği gibi tasarruf etmesine engeldir.
MONTRÖ TÜRK EGEMENLİĞİNİ TEYİD ETMİŞTİR
Boğazlar Sözleşmesi, Montrö ile yürürlükten kaldırılmıştır. Boğazlar Sözleşmesi tümüyle ilga edildiğinden, gayrı askeri statüdeki bölgeler, savaş uçaklarının Boğazlar üzerinden geçiş hakları gibi tüm kayıtlar ve Boğazlar Komisyonu ortadan kalkmış, ancak Komisyonun Boğazlardan geçişe ilişkin görevlerinin bundan böyle Türkiye tarafından yerine getirilmesi esası kabul edilmiştir. (Madde 24)
Hemen belirtmek gerekir ki Boğazlar Sözleşmesi’nin ortadan kalkması, geri döndürülemez bir hukuki tasarruftur. Bazı çevrelerce dile getirilen, Montrö sözleşmesi yürürlükten kalkacak olursa Boğazlar Sözleşmesi rejimine geri dönülmesinin gündeme gelebileceği yani “status quo ante”ye dönüleceği yolundaki görüşler tümüyle temelsiz ve geçersizdir. Roma hukukundan beri gelen, evrensel bir hukuk ilkesi olan “Abrogata lege abrogante non reviviscit lex abrogata”yani “bir hukuk kuralı ilga edildikten sonra, önceki kural kendiliğinden yürürlüğe girmez” ilkesi, bu gerçeği ifade eder. (Bu ilke eski hukukumuzda da yer almış olup “Sakıt olan şey avdet etmez” şeklindedir.)
Montrö Sözleşmesi, kuşkusuz Cumhuriyet diplomasisinin büyük bir başarısı ve ulu önder Atatürk’ün dehasının eseridir. Ancak Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenliğinin Montrö Sözleşmesi ile sağlandığı yolundaki görüşler hatalıdır. Çünkü Boğazlar üzerindeki Türk egemenliği yüzlerce yıl boyunca Osmanlı Devleti tarafından kullanılmış, Birinci Dünya Savaşı sonunda bir süre kesintiye uğramış ve Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da Türkiye Devleti tarafından geri alınarak, bugüne kadar tartışmasız devam etmiştir. Boğazlar üzerindeki egemenliğimiz Montrö ile kazanıldı demek, egemenliğimizi Montrö’nün, sürdürülmesi sadece bizim de elimizde olmayan yürürlüğüne bağlamak suretiyle, dolaylı olarak, Montrö’nün yürürlükte olmadığı bir ortamda egemenliğimizin başlıca dayanağının da ortadan kalkacağını kabullenmek demektir. Dış ilişkilerde kelimelerin ve söylemlerin dikkatle seçilmesi önemlidir. Boğazlar ve Marmara üzerindeki egemenliğimiz Montrö ile geri kazanıldı ise bu Sözleşmenin sadece yirmi yıl süreli olarak yapılması ve feshedilebilir olması nasıl izah edilecektir?
TÜRKİYE’NİN İKİ NOKTADA KAZANIMI
Montrö Sözleşmesi’nden Türkiye’nin elde ettiği kazanımlar iki noktadadır:
Birincisi, Sözleşmenin yürürlüğe girmesiyle bir defada ve derhal etkisini gösteren, Boğazlar Sözleşmesi’nin ilgasıdır. Boğazlar üzerindeki Türk egemenliğini kabul etmekle birlikte ağır yükümlülükler içeren Boğazlar Sözleşmesi’nin geri dönülmez biçimde ortadan kalkması, daha önce de belirttiğimiz üzere, Cumhuriyet dış politikasının çok önemli bir kazanımıdır. İkincisi ise Montrö Sözleşmesi’nin Karadeniz’e kıyıdaş olan ve olmayan devletler arasında askeri bakımdan çok hassas ve adil bir denge kurarak, tüm ilgili tarafların menfaatini koruması ve böylece bölge barış ve istikrarını sağlamasıdır.
Montrö Sözleşmesi, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’nin tarafsızlığını sağlamada çok önemli bir işlev görmüş ve Türkiye’yi sonu belirsiz maceralara sürüklenmekten kurtarmakta kilit rolü oynamıştır. Montrö Sözleşmesi Türkiye’ye yeni bir kara veya deniz alanı üzerinde egemenlik vermiş değildir; sadece Türkiye’nin Boğazlar ve Marmara üzerinde zaten var olan egemenliğini teyid etmiştir. Montrö Sözleşmesi bir yandan askeri gemiler için Karadeniz’de sahildar olan devletlerin çıkarlarını gözetecek şekilde sayı, tonaj ve süre kısıtlamaları ile bir geçiş rejimi kurarken, bir yandan da Türkiye’nin savaşan taraf olup olmamasına göre farklı kurallar getirerek Türkiye’nin çıkarlarını korumaktadır. Türkiye’nin savaşan taraf olması veya kendisini çok yakın bir savaş tehlikesi içerisinde görmesi halinde Boğazlardan geçişler konusunda Türkiye’nin tamamen kendi uygun gördüğü şekilde davranacağını belirleyen sözleşme hükümleri de esasen Türkiye’nin egemenlik hakkı kapsamında zaten mevcut olan hak ve yetkisinin taraf devletlerce kabul ve teslimi anlamına gelmektedir.
TAPU BENZETMESİ
Gerek Lozan Andlaşması gerek Montrö Sözleşmesi için yapılan “tapu” benzetmesi isabetli değildir. Her ne kadar sosyolojik ve kültürel olarak tapuya büyük önem veren toplumumuzda bu tür bir teşbih kulağa hoş gelse de farklı hukuk disiplinlerinin konusu olan iki müessese arasında, yani bir özel hukuk müessesesi olan taşınmaz mülkiyeti ile bir devletler hukuku ve anayasa hukuku müessesesi olan egemenlik arasında, büyük farklar bulunduğu açıktır. Nitekim tapu ile korunan ve ispat olunan mülkiyet hakkı, malike sahip olduğu taşınmazı dilediğine satma veya karşılıksız verme hakkını da içerirken, egemenlikte böyle bir durumun söz konusu bile olamayacağı aşikârdır. Bu nedenle tapu benzetmesinin vatan kara ve deniz ülkesi üzerindeki millet egemenliğinin ifadesinde yetersiz kaldığı ve uygun olmadığı düşüncesindeyiz.
TÜRKİYE AVRASYA’YA YASLANIRSA BASKILARA DİRENİR
Türkiye kararlı ve hazırlıklı olduğu, bölge ülkeleriyle sorunlarını süratle giderdiği, stratejik olarak arkasını Avrasya’ya yaslayabildiği takdirde baskılara direnebilir. Baskıların ve yaptırımların daha da ileri boyutlara varması, Türkiye’yi NATO’dan ayrılma noktasına daha da hızlı bir şekilde götürecektir.
Mevcut tartışmalara bakıldığında asıl sorunun, sözleşmenin içeriği anlatımı üzerinde değil, yürürlüğünün son bulması halinde ortaya çıkabilecek duruma ilişkin olduğu görülmektedir. Bu yönüyle meseleye, serbest geçiş ilkesi yönünden bakmak gerekmektedir. Şöyle ki:
Montrö Sözleşmesi’nin 1. maddesinde,
“Yüksek Akit Taraflar Boğazlarda denizden geçiş ve seyrüsefain serbestisi prensibini kabul ve teyid ederler. Bu serbestinin istimali bundan böyle işbu Mukavele hükümleri ile tanzim edilir” denilmektedir. (Özetle, serbest geçiş ilkesi kabul edilmiştir.)
Bu maddenin, sözleşmenin süresi ve feshini düzenleyen 28. maddesi ile birlikte ayrı bir önemi vardır. 28. maddenin konumuz açısından önem taşıyan kısımları şu şekildedir:
“İşbu mukavelename mevkii meriyete girdiği tarihten itibaren yirmi sene müddetle meri olacaktır.
Bununla beraber işbu mukavelenamenin 1. maddesinde teyid edilen geçiş ve seyrüsefain serbestisi prensibinin müddeti namahduttur.
Mezkur yirmi senelik müddetin inkızasından iki sene evvel hiçbir Yüksek Akid Taraf, Fransa Hükümetine fesih ihbarnamesi vermemiş ise, işbu mukavelename, bir fesih ihbarnamesi gönderilmesinden itibaren iki sene geçinceye kadar muteber kalacaktır.
…. İşbu mukavelename, bu madde ahkamı mucibince feshedildiği takdirde Yüksek Akid Taraflar yeni bir mukavelenamenin ahkamını tespit etmek üzere kendilerini bir konferansta temsil ettirmek hususunda mutabıktırlar”.
Günümüz Türkçesiyle özetlersek sözleşme, yürürlüğe girmesinden itibaren yirmi yıl geçerli olacak, bununla birlikte birinci maddede belirtilen geçiş serbestisi bir süreyle sınırlanmayacak, yirmi senelik sürenin sona ermesinden iki yıl evvel taraf devletlerden her hangi biri Fransa’ya (Sözleşmenin depozitörü-saklayıcısı) fesih bildiriminde bulunmadığı takdirde sözleşme, bir fesih bildirimi yapıldığı tarihten itibaren iki yıl daha geçerli olmak kaydıyla sona erdirilebilecektir. Fesih durumunda taraf devletler, yeni bir sözleşmenin hükümlerini belirlemek amacıyla bir konferans toplanmasını kabul ederler.
Görüldüğü üzere Montrö Sözleşmesi, Türkiye’nin yüksek çıkarlarına hizmet ettiği sürece -ki etmektedir- yaşatılması ve uygulanması gereken bir sözleşmedir. Ancak, sözleşmeyi yaşatmak, Türkiye’nin tüm gayretine rağmen mümkün olmayabilir. Zira taraf devletlerden biri veya birkaçı, her zaman, sözleşmenin feshi bildiriminde bulunabilir.
Bu nedenle, sözleşmenin feshi durumunda nasıl bir tablo ortaya çıkacağına dair bazı tespitler yapmakta yarar bulunmaktadır. Öncelikle, sözleşmenin feshi Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenliğini hiçbir şekilde etkileyemez. Çünkü bu egemenlik Türkiye’ye Montrö Sözleşmesi ile imzacı devletler tarafından vermemiştir. Montrö’nün yapılması sırasında Türkiye fiilen ve hukuken egemendir.
Kaldı ki; Montrö Sözleşmesi’nin yapılmasından ve özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, uluslararası ilişkileri düzenleyen, başta Birleşmiş Milletler Andlaşması olmak üzere, sayılmayacak kadar çok andlaşma, sözleşme, anlaşma ve siyasi belgede Türkiye Cumhuriyeti ülkesi Boğazlar ve Marmara denizi ile birlikte Türkiye’nin ülke bütünlüğü kapsamında kabul ve teyid edilmiştir. Bir yabancı devletin veya devletler grubunun, tüm uluslararası hukuk düzenini çiğneyerek, Türkiye’ye saldırması halinde dahi, Türkiye’nin egemenliğini koruma iradesi devam ettiği müddetçe, Boğazlar ve Marmara üzerindeki Türk egemenliğinin ortadan kalkması asla söz konusu değildir.
SERBEST GEÇİŞ İLKESİ NEYİ İFADE EDER?
Montrö Sözleşmesinin 28. maddesinde, yirmi yıl süreli olan Sözleşme’nin feshi durumunda dahi “geçiş serbestisi” ilkesinin süresiz olarak uygulanacağı hükmü yer almaktadır.
Tüm hukuk kurallarında olduğu gibi, uluslararası bir sözleşmedeki bir kuralın da amacına uygun olarak yorumlanması esastır. Bu nedenle, geçiş serbestisi için süre konulmayacağı kuralının anlam ve kapsamını doğru anlamak gerekmektedir.
Bilindiği gibi “süresiz” kavramı, “sonsuz” kavramından farklıdır. Sözleşmenin Türkçe metninde “namahdut müddet” yani sona erme zamanı belirlenmemiş bir süre ifade edilmektedir. İngilizce metinde “without limit of time” ve Fransızca metinde de “une duree illimitee” tabirleri geçmektedir. Bu tabirlerin hiç birisi “sonsuz” anlamına gelmemektedir. (Montrö’nün günümüz Türkçesine bazı çevirilerinde “sonsuz” kelimesi kullanılmaktadır, bu hatanın düzeltilmesi gerekir.)
Kendisi süreli olan ve süre bitiminde taraf devletler yönünden bağlayıcılığını kaybedecek olan bir sözleşme metninin sonsuz bir yükümlülük içermesi, hukukun genel ilkelerine olduğu kadar basit mantığa da aykırıdır. Roma hukukunda ifade edildiği gibi, asıl yükümlülükten fazlası fer’ide olamaz” (Non plus in accessione potest esse, quam in principali obligatione). Buna göre, serbest geçiş ilkesinin süresizliği, ancak içinde düzenlendiği 28. maddenin öngördüğü amaç ve kapsamda değerlendirilebilecek, daha açık bir ifadeyle fesih ihbarından sonra yeni bir geçiş rejimi tespit etmek üzere toplanacağı kabul edilen bir konferansın sonuç verebileceği süreye kadar geçerli olabilecek; konferans toplanamaz veya makul bir sürede sonuçlanamazsa o takdirde serbest geçişin süresizliği hükmü de sözleşmenin diğer hükümleri ile birlikte yürürlükten kalkmış olacaktır.
Montrö Sözleşmesi’nin serbest geçiş ilkesi, sözleşmenin tüm maddeleri ile birlikte yürürlükten kalktığı takdirde, Boğazlardan geçişin serbest olacağı yolunda Lozan Andlaşması’nın 23. maddesi soyut ve genel bir ilke olarak geçerli kalmaya devam edecektir. Lozan’ın 23. Maddesi metninde Boğazlar Sözleşmesi’ne atıf yapılmış ve Boğazlar Sözleşmesi metninin Lozan Andlaşması metni içinde yer almış gibi hüküm ifade edeceği belirtilmiştir. Yani, Lozan Andlaşması’nda yer alan serbest geçiş ilkesinin, Boğazlar Sözleşmesi hükümleri kapsamında işlerlik kazanacağı öngörülmüştür. Ancak Boğazlar Sözleşmesi, Montrö Sözleşmesi’nin kabulü ile geri dönülmez ve şartsız biçimde kaldırılmıştır. Lozan Andlaşması’nın 23. maddesinin, Boğazlar Sözleşmesi’nin ortadan kalkması ile zımnen değişikliğe uğradığı, madde metninde yer alan bir kısım ifadelerin, örneğin savaş uçaklarının da Boğazlar bölgesi üzerinde serbestçe uçabilmelerine imkân veren ifadelerin, hükmünü yitirdiği hususunda tereddüt yoktur. Bu durumda, serbest geçiş hakkının içeriğini düzenleyen Montrö Sözleşmesi feshedilmiş ve onun yerini alacak yeni bir sözleşme de yapılmamışsa, serbest geçiş ilkesinin içeriğini kimin düzenleyebileceği sorusu ortaya çıkacaktır. Bu sorunun cevabı açıktır: Bu düzenlemeyi ancak Türkiye yapabilir.
TÜRKİYE NE YAPABİLİR, NE YAPMALIDIR?
Montrö Sözleşmesi’nin yürürlükte olmadığı bir ortamda, Türkiye’nin önünde Boğazlara ilişkin olarak, başlıca Lozan Andlaşması, genel kabul gören bir kısım uluslararası deniz hukuku ilkeleri ve kendi çıkarları olmak üzere, değişik parametreler bulunacaktır. Türkiye’nin bu tabloda değerlendirmesi gereken değişik seçenekler konusunda şunlar söylenebilir:
Türk ülkesi olan Boğazlar ve Marmara’da Türkiye Cumhuriyeti egemendir. Diğer yandan Lozan Andlaşması’yla ilke olarak kabul edilen ve taraf olmamakla birlikte Türkiye’nin göz önüne alması gereken Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi vardır. Dolayısıyla, Anayasal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti, egemenlik hakkını, Anayasa’nın değişmez maddelerinden olan 2.maddesinde atıf yapılan ve Anayasa metnine dâhil olan “Başlangıç” bölümündeki ilkelere de bağlı kalarak kullanacaktır. Başlangıç bölümündeki bu ilkeler arasında Türkiye’nin “dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi” olduğu belirtilerek, devletlerin egemen eşitliği ilkesinin anayasal bir ilke olduğu dolaylı olarak teyid edilmekte, yine “Yurtta sulh, cihanda sulh arzu ve inancı”na yer verilerek, Türk devletinin uluslararası ilişkilerde barış ve istikrardan, güvenlik ve refahın gelişmesinden yana politikalar izlemesinin anayasal bir hedef olduğu ortaya konmaktadır. Bu yönleriyle bakıldığında, Türkiye’nin dostluk ve işbirliği içinde bulunması gereken Karadeniz’e kıyıdaş devletlerin aleyhine olacak bir tarzda, serbest geçiş ilkesine karşı çıkması esasen söz konusu değildir.
Öte yandan serbest geçiş ilkesinin bütün yabancı devletler için bir “hak” teşkil etmediği açıktır. Bir kere, her ilke gibi, serbest geçişin de istisnaları vardır. İkinci olarak, ilkelere dayalı uygulamalar, belirli düzenlemelere tabi olarak geçerlilik kazanır. Bu itibarla, Boğazlardan serbest geçiş ya uluslararası bir sözleşmeye ya da Türkiye’nin tek başına belirleyeceği kurallara göre uygulanabilir. Dünya barış ve istikrarı tehlikeye atılmadan bunlar dışında bir yol ve yönteme başvurulamaz. Kırmızı çizgi, Türkiye’nin egemenliği, kara ve deniz ülkesinin bütünlüğü ve güvenliğidir.
Türkiye’nin yukarıda anlatıldığı üzere Boğazlar üzerinde tarihsel hakları vardır. Daha da önemlisi, Boğazlar, Marmara, Akdeniz ve Karadeniz arasında dünyada başka benzeri bulunmayan bir deniz bağlantısı olup, bugün genel kabul gören deniz hukukuna göre alelade bir uluslararası bir geçiş yolu değildir. İstanbul ve Çanakkale Boğazları, her iki kıyısı Türk topraklarıyla çevrili olması dolayısıyla tamamı itibariyle Türk karasularıdır. Marmara denizi ise bir Türk iç denizidir, uluslararası bir deniz değildir. Marmara denizinin her iki çıkışının da yine Türk karasuları içinde olması nedeniyle iki açık denizi birleştiren suyolu tanımına da girmemektedir. Kısacası, Boğazlar ve Marmara, coğrafi ve hukuki olarak, tümüyle Türkiye Cumhuriyeti ülke bütünlüğü içerisinde kalan sulardır. Bu bölge üzerinde Türkiye’nin kabul etmediği herhangi bir talep veya iddianın Türkiye’nin egemenliğine yönelik saldırgan bir davranış, fiili bir müdahale teşebbüsünün ise savaş nedeni teşkil edeceği açıktır.
ASIL TEHLİKE
Karadeniz üzerinde emelleri bugün açıkça ortaya çıkmış olan müttefikimiz (!) ABD’nin amaçları doğrultusunda Montrö Sözleşmesi’ndeki kısıtlamalardan kurtulmak için bir veya birkaç taraf devleti tahrik ederek sözleşmenin feshini sağlaması ciddi bir olasılıktır. ABD’nin Rusya’yı ve genelde Avrasya’yı, Karadeniz’den çevreleme stratejisi bölgedeki savaş riskini artırmaktadır. Daha da vahimi, Karadeniz’in taktik nükleer silahların kullanılacağı bir savaş alanı haline gelmesi ihtimalidir. Bilindiği gibi Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin güçlü kara orduları ile Avrupa üzerine bir harekata başlaması endişesiyle planlama yapılmakta ve bu nedenle taktik veya orta menzilli nükleer silahlara başvurulması da planlamalara dâhil edilmekteydi. Bugün için Rusya’nın Avrupa’ya bir kara saldırısı öngörülmediğinden, NATO ittifakının nükleer silahlara başvuracağı muhtemel bölgeler Orta Doğu ve Karadeniz olarak karşımıza çıkmaktadır. ABD’nin “ya benimlesin ya da bana karşısın” şeklinde gördüğü ve dayattığı müttefiklik ilişkisi, Türkiye’yi yıkım getirecek bir savaşın içine sürükleyebilecektir.
Böyle bir senaryoya karşı:
1. Türkiye, Montrö Sözleşmesi’ni korumaya ve sürdürmeye çalışmalıdır.
2. Türkiye’nin elinde olmayan sebeplerle Montrö feshedilecek olursa, Boğazlar geçiş rejimini, bölgenin egemen sahibi olarak Türkiye kendisi tayin eder. Bu da iki şekilde olabilir:
a) Montrö Sözleşmesinin savaş gemilerinin geçişlerine ilişki hükümlerini aynen uygulamaya devam etmek.
Bunu teamül hukuku olarak uygulamak da mümkündür, zira Montrö’nün yapılışının üzerinden 85 yıl geçmiş ve İkinci Dünya Savaşı dâhil, tüm zamanların çok ağır sınamalarından başarıyla geçmiş bir düzenlemedir. Ancak teamül hukuku olarak ilan edildiği ve uygulandığında, bu uygulama üzerinde Türkiye’nin kendi egemen kararıyla değişiklikler yapma gücü azalır, yabancı ülkelere söz hakkı doğar.
b) Montrö’nün hem ticaret hem de savaş gemilerinin geçişine ilişkin hükümlerini gerekirse değiştirerek uygulamak. Bu kapsamda, Karadeniz’e sahildar olmayan ülkelerin savaş gemilerinin geçiş rejimi daha da sıkılaştırılmalıdır.
NATO’DAN ÇIKMA
Böyle bir gelişme vukuunda, ABD’nin ittifak gereklerini de bahane ederek kendi istediği şekilde, özellikle savaş gemileri için, serbest geçiş sağlamak amacıyla Türkiye üzerinde baskılarını artırması, tehdit ve hatta yaptırımlara başvurması beklenmelidir. Buna karşı Türkiye kararlı ve hazırlıklı olduğu, bölge ülkeleriyle sorunlarını süratle giderdiği ve mevcut ilişkilerini güçlendirdiği, stratejik olarak arkasını Avrasya’ya yaslayabildiği takdirde bu tür baskılara direnebilir. Ancak bu baskıların ve yaptırımların daha da ileri boyutlara varması, Türkiye’yi, önümüzdeki dönemlerde esasen kaçınılmaz olacağını düşündüğümüz NATO’dan ayrılma noktasına daha da hızlı bir şekilde götürebilecektir.
Sonuç olarak, Montrö Sözleşmesi’ni önemini göz ardı etmek kadar, bu Sözleşmeyi Boğazlar üzerindeki egemenliğimizin kaynağı ve garantisi olarak görmek de yanlıştır.
Montrö’nün tartışmaya açılması ve feshedilmesi halinde Boğazlar üzerindeki egemenliğimizin kaybedileceği şeklindeki, özgüvenden yoksun, hukuken geçersiz, siyaseten ve diplomatik olarak sakıncalı söylemlerden özenle kaçınılmalı, öte yandan bölge barış ve istikrarına katkıda bulunmayacak ve ABD’nin iştahını kabartacak tarzda, Montrö’nün alelade bir sözleşme gibi bir kalemde feshedilebileceği tarzındaki, aynı derecede sakıncalı söylemlerden de uzak durulmalıdır.(Aydınlık)